28.7.10

dear mother, dear father, and dear auntie.

uyuyordu. yüzü bana dönükken, açık ağzı ve devrilmiş götü, sızmışlığını resmedebileceğim en harika resimken, işte gözüm önündeydi.

"uyan." diyip, beyninde gittikçe güçlenen sesimin, hayalden saparak; artık rüya görmediğini anlamasını sağlamasını bekledim.

uyandı.

***

sigara yaktım ben. şişmiş suratının ortasındaki şişmiş gözlerini zorla açık tutabiliyordu. kalktı, tuvalete doğru sendeleyerek yürüdü. sigaramdan ikinci nefesimi çekerken müziği açtım. inadına bağırttım hoparlörü, ki daha çok böğürdü.

"damage done!"

gece aşırı saçmaladığından olsa gerek, tek bir kelime dahi etmeden, sadece suratını ekşiterek tuvaletin ışığını kapattı. yeniden yatağa girmeye yeltense de, çarşafa sızmasına sebep olan kadehteki, kusmasına sebep olmaması için bıraktığı kalan sıvıyı döktüm. en yakın sandalyeye - aslında odadaki tek sandalyeye- çöktü. ellerini başının arasına alıp, "dunn unu mü?" diye sordu. anlamadım. anlamadığımı anlatmak istediğim jest ve mimiklerle karşılık verdim. "dün," dedi, "çok abarttım mı?"

şarkı bitti o sıra. şarkıyı değiştirme bahanesiyle biraz bekledim. aslında şarkı o esnada bitmeseydi, ve ben oyalanmak için başka bişey bulamasaydım, o arama esnasında da hala olduğum yerde kalsaydım eğer, yapacağım tek şey, en yakınımdaki kül tablasını ona en yakın, ama o olmayan bi kütleye doğru sertçe fırlatmaktı. korkup sinmesini, hızla kollarını göğsüne birleştirip, kafasını da aynı doğrultuda sertçe çekmesinden dolayı beyninin zonklamasını, o acıyla suratının az önce ışığı söndürürkenkinden çok daha fazla ekşimesini istedim. bunun olması için çıldırıyor olsam da, aklımdan uzaklaştırmalıydım. tıpkı ne sorduğunu ilk anladığım anda, en yakınımdaki kül tablasını ekşi suratına doğru sertçe fırlatmayı istediğimi kovduğum gibi. hızlı düşün, ama hızlı davranma.

"çok değil aslında" dedim. "hala canlısın. ölmedin, öldürülmedin. tüm mideni, bağırsaklarını saksıya boşalttın, iyisin şu an. sıvısız kaldın, başın çatlıyor. bu hoşuna gidiyorsa şayet, mükemmel bir iş çıkarttın bile diyebilirim. ben de iyiyim, öldürmedim, ne kendimi, ya da başka birini. bak! çok saçmalamamışım ben de. bu yöntemi yeni buldum. ne bok içtiğini, ne kadarını vücuduna soktuğunu dahi idrak edemediğin bir gecenin uyanmasında bu skalaya bakıyorum. eğer odada ölü biri varsa, sıçtın demektir." diye cevap verdim.

gülümsedi. kül tablası hala en yakınımdaydı. aklıma teyzemi getirip sakinleştim. bu yöntemi de, kendimi her ortamda (ders, mahkeme, iş, yatak, sokak, tuvalet) iş üstündeyken, aklımdaki en salak fikri uzaklaştırmak için son çare olarak kullanıyorum. bir keresinde teyzeme sinirden tekme atmıştım, tekme fikrini kafamdan atmak için teyzemi düşünmek tüm bünye kontrolümü deli gibi kaybetmiştim, öfkem sağ bacağımdan onun karnına doğru fışkırmıştı. hala o stres altında bile, nasıl geriye doğru koşup, tekrar teyzeme doğru koşarak ivme kazanmamı, ona 1 metre kala nasıl zıpladığımı, teyzeme attığım o mükemmel tekmeyi hangi çakma filmin hangi sahnesinden çaktığımı düşünüyorum ara ara. o tekmeden sonra bu yöntem hakkında kafamda soru işaretleri oluşmadı değil. ama bunu aştım. dayandım çünkü. teyzem aslında suçsuzdu. üzerinde ismimin yazılı olduğu bir çantayı çöpe atması, tamamen teyzemin göz doktorunun, o gün geç gelip aceleye sebep olan çöpçüler ve işveren belediyenin suçuydu. teyzem suçlamaları haketmeyen, bir iftira kurbanıydı. teyzem o tekmeyi haketmemişti.

***

peki şu an karşımda hala en son kurduğum cümleyi anlamaya çalışır surat ifadesiyle, surat ekşitme refleks etüdü arasında gidip gelen iki ayaklı kül tablasını hakediyor muydu?

aslında bakarsanız, çöpçülerden bile çok.

***

"bu mu yani?" sorduğu buydu. anlamadığını buradan anladım.

"nasıl, bu mu yani?" diye cevap verdim. nasıl ya. nasıl anlayabileceğinii diye düşündüm ki? insanlara gerektiğinden fazla idrak potansiyeli biiçiyorum. ah işte, çöpçü aslında benmişim.

"yanisi şu. tamam, ne kadar hatırlamıyorum. küfelik olana kadar içtim. midem döndü. ama neden ölüm şimdi? niye ölsün ki biri?"

o an ona, tüm yaptıklarından bahsedebilirdim. ama "think twice, or think auntie." ben bir dahiyim.

***

sigaram bitti. şarkı da. aslında dürüst olmam gerek. sigarayı şarkının bittiği anda, hala yarısındayken söndürdüm. böyle daha büyük bir sahne olacağını düşünmüştüm. "wow, tam şarkı bittiği sırada sigara da bitti. how epic. klip gibi aynı." aynı evet. keşke bi kez daha düşünebilseydim.

***

bişi diyim mi, çok geç bi yerden anlatmaya başladım. daha önceye gidiyorum.

***

insanları anlayamıyorum. yok, bir yapabilirlik gibi düşünün bi anlığına. yok böyle bir meziyetim. yapamıyorum. bana uzatılan bir elin en yakınımdaki kül tablası için mi, yoksa yardım için mi olduğunun ayırdına varamıyorum. genelde o ele, benim zıt elimi uzatarak karşılık veriyorum. erkekse tokalaşıyoruz, bayansa öpüyorum elini. garip gelmiyor artık bana. acımasız belki ama, salak salak bakıyorlar. ben de onlara salak salak bakıyorum. anlaşamayıp gidiyoruz.

aranızdan zeki ya da ukala olanlar, hemen "e ortam değişkenlerine bak, yemek yemiyorsanız tuzluk değildir. sol elin kesilmediyse de yardım istemiyorsundur." diye bi cümle kurdu ki, tam da şu an gülmekten sigaramı sol elime basma isteğiyle yanıp kavruluyorum ki devreye anında teyzem giriyor.

hadi ya?

peki siz ukala ya da zeki olanlar. neden peki?

şimdi ben, canlıyım, insanım ondan öte. benim bu hareketim, bu anlamazlığım size anlamsız geliyor he mi.

hadi ya?

***

of sıkıldım. çok erkene gittim şimdi de. işin kısası, ve bilmeniz gereken şu.

odadaki dişiden nefret ediyorum. o benden etmiyor. ama ben ondan onun benden nefret etmediğinden daha çok nefret ediyorum. yumurtamı daha beyazdır, yoksa domates mi daha kırmızıdır olayı. bence yumurta daha beyazdır.

ama en büyük ceza, ona kültablasını fırlatmak değil, nefret ettiğini belli etmeden onun hayatta kalabilmesini sağlamaktır. ben bunu tanrıdan öğrendim. ama aslında, bunu ilk defa bir insanda gördüm. teyzemden sonraki en büyük öğreticim o insandır.

denge/stres skalasında dipte olduğum zamanlar. stres artar, denge azalır. bu stres-denge dengesini tutturamıyorum ben. o yüzden bu dişi şu an karşımda, ve onu sevdiğimi ve dün gece için kendimi kötü hissettirmediğini bilmek istiyor. istediğini şimdilik veriyorum. vermeliyim.

çünkü daha sonra, daha çok sonraları, onu istediğim gibi cezalandırabileceğim. önce bina et, sonra yık. beraber yaparsan, o bile yıksa, sen daha suçlusundur. ben o olacağım. çünkü böyle onu istediğim kadar cezalandırabileceğim.

arkadan vurmayı sevmem. ama en çok zevk aldığım, suratına vuramayacağım kadar yüzsüzleştirmektir.

işte bunu yapıyorum.

***

"üzülme hayatım," dedim. "takma kafanı, adı üstünde alkol. böyle oluyor işte. ben unuttum bile. sorun yok. we re cool. a bak, şarkı da bitti. bak bunu seveceksin."

"blackened."

ajfa başlamıştı. ve bu cliff'siz ilk metallica albümüydü. onun dinlediği ilk şarkı.

kendimi seviyorum amına koyim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı