16.11.09

Dönüş

Yol'u okudum evden çıkmadan az önce. yaklaşık altı ay önce, içinde bulunduğum yoğun otsal-boksal mevzuları ucundan muzip, ne de güzel anlatmışım. amacım tamda oydu. mutlu oldum sabah sabah...

o zaman ki sinir ve de buhranımın müsebbibi iş, para, "ne olacak serj'in hali" iken, söz konusu dingillerin problem olmaktan çıkması için istanbul'u terkedip, güncel katil adapazarı'na doğru yola çıktım. yanımda yanan bir kafa, bir adet müzikçalar, uzun sakallar, kısa saçlar ve uzakta da olsa, yadsınamaz yoğunluktaki umutla çıktım evden.

bu aralarda bir sürü olay oldu. iş bul, ev değiştir, kardeşin kafayı yiyip buraya, sakarya'ya gelmesi... hızlıca sarıyorum buraları...

aradan tam 6 ay geçmiş.


"insanın kendi çemberindeki kendine en uzak noktası tam karşısı değil, bir adım sağıdır. bunu bil."


otobüsteyim. istanbul'a gidiyorum. işe gireli 3 aydan fazla süre geçmiş olmasına rağmen, oryantasyona yeni dahil olacağım. iş, para... değişkenlerin değişmez ve rasyonel olduğu bir uzay-zaman düzleminde şu an canımı sıkan tek noktanın sabahın bu "henüz sabah olmayan" saatinde uykumdan olmam olması gerekirdi.

yok canım, değil işte öyle.

o sebeple, şu an, şu otobüsün devrilip, içindeki 15 kişiyle beraber yanmasını, silahlı milislerin otobüsü durdurup "alex'le hagi artık kıyaslanmasın!" diye bağırıp herkesin eline birer el bombası verip cetvelle patlatmalarını, şoförün tam 33 saattir uyumamış olup kesikli beyaz çizginin o huzur verici dinginliğine kendini kaptırmasını her şeyden çok istiyor olmazdım.

en son otobüse bindiğimde karnım ağrıyordu. yol hiç bitmedi. terminaldeki ilk adımımda otobüste bırakacağımı sandığım karın ağrım gün boyu benimleydi. sonra yerini, ağrıyan/yanan/dangerously explosive bir kafaya bıraksa da, o günün teması karın ağrısıydı. o yolculuk, hayatım boyunca yaptığım en karın ağrıtıcı yolculuktu. 4 saat sürdü. 1 kez mola verildi. ikram edilen keki yiyemedim. varış kentine girdiğimiz sırada uykuya daldım. "the patient" la uyandım. arkasından "you lied" çaldı. terminalde indim. 15-20 dakika bekledim. peron numarası 123'tü. sonra güldüm.

şu an, içimde zerre heyecan yok. dümdüz müzik dinliyorum.yolu artık ezberlediğimden ilgi çekici bir şey bulamıyorum takip edicek. yanan otobüs yok, kıvranan insanlar, et parçaları, parçalarım yok. yol düz, insanlar düz, otobüs de aerodinamik nanesi yüzünden ucundan kavisli olsa da, 5 yaşındaki bir çocuğun hayalgücüne dayanarak söylüyorum ki, evet düz.

o kadar yoğun çalışıyorum ki, iş stresi kavramını sözlüğe sokmuş olan kişi olması da muhtemel olan adam gibi olacak ama, KENDİME VAKİT AYIRAMIYORUM! günümün yarısı işyerinde geçiyor. iş yerindeyken sürekli "satış! fatura! ortalaması! müşteri! memnuniyeti! meme! karıya bak lan!" nidalarıyla resmedebileceğim bi müdür ve dangalak ve ötesi kişilerle uğraşmak durumundayım. 5 kuruş fazla kazanmak için bazen kendimi dahi kaybettiğim müşteriler/sağlığım da cabası.

tamam kes. o kadar kolay değil, evet. anlatsan, "hadi lan 5 dakika kalmam orda." derim, olacak olan budur. ama şu an, bu otobüste bulunma sebebim neydi pardon?

sonra gidiyorum, gece. insan pestili etiketimi ancak yatakta çıkartabiliyorum. "naber?" sorusuna cevabım "iyi :/" aklıma, "yok iyiyim, ateşim var sadece, amadüşürmeye çalışıyorlar." demek geliyor hep. sonum benzer inşallahüekber. tümmuhabbet bu. televizyon izleyemiyorum. arada bilgisayara geçip bakınıyorum. ama takip edemiyorum. sank herkes ivmesini tutturmuş, koşuyor. ben de kenardan bakıp "ben de yaşıyorum olm, bana da pas atıni gol atıyorum ki ben" diye kimsenin duymayacağı şeyler söylüyorum.

başım ağrımıyorsa "no quarter" açıyorum o sıra.

"lock the door, kill the light.
noone's coming home tonight."


"kabul et, yalnızsın ve bu gece eve gelecek kimse yok. yüzleş, itiraf et, mağlupsun. onlar acımasız, istemediğin merhameti kimse göstermez, çünkü sen de göstermezsin."

bu benim yenilgiyi kabul ediş şarkım. özellikle açıyorsam, çaba gösterecek hiçbir şey kalmamış demektir. annem gittiğinden beri ihtiyacım yoktu. bu aralar var.


"yan sıradaki adamın cebinden sigara çalıp yaksam ne olur?"

kendimle yüzleşip terkettiğimden beri, kimseyle de interaksiyona giremiyorum. ama asıl sinirimi bozan o garip fazlalık hissi sanırım. hep, her zaman, hiçkimsenin "en"i olamamak koydu, kakaegokötüego, ama hiçliğim beyinde kabul edilmesinden çok farklı hayat.

ben girdiysem, ben çıkarım yine zor bela. ama sanki fazlalıkmışım gibi çukura sürüklendiğimi görmek daha dramatik.

"adamı değil be, sigarayı."

***

"yeni insanlarla tanış, sosyal bağlarını kuvvetlendir, kendini dinle, müzik dinle, kitap oku, müzik yap, yazı yaz, ailenle barış, işe sarıl..."

yağmur başladı. bu yollar kayganlaşacak demek. sabah yğmurunun yakıştığı şehir görmedim, yol da. en iğrenci de, otoyol kenarındaki apartmanda, 3 numarada yaşayan öğrencinin yağmuru izlemesi olsa gerek. soğuk, ıslak... sonra zatürree, geber...

düz adam oluyorum git gide.detay göremiyorum, alıklaştım. alışkın olduğum tepkileri veremiyorum, ya da aynı tepkileri verdiğimi farkedemeyecek kadar yabancılaştım kendime. istiyorum, istediğimşeyi biliyorum. ne kadar masum ve bana ait bir arzu olsa da, insaları rahatsız edecekmişim gibi geliyor. isteyemiyorum.

sorun var, sorunu ortadan kaldırmak istiyorum. ama insanlar değişmiş, ben değiştirmişim, farkında değilim.onlara, ona anlatmak istiyorum. ama kendimle çatışıp, kendimi yenmek istediğim konu, tam da bu.

tamam, sebeplerim olsa da , ben hatalıyım.

çünkü bütün değilim. günümü ikiye ayırıyorum önce. sonra kalan 12 saatin 6sında uyuyup 6 saatlik serj oluyorum. uyuduğumda, kabuslar hariç daha mutlu olduğum/olacağım gerçeğiyle yüzleşirken, serj serj olmuyor işte. değişiyorum, değişiyorlar. ama siz pes etmişsiniz, uyanın!

"get up! and i'll make it work!"

daha okul var, daha aile var, daha askerlik var. daha ben sabredemezken, etrafımdakilerin sabretmesini beklemiyorum.

"we ask no quarter,
they have no quarter."

işte, bu sebeple, giderek geriye doğru sayıp, kayıp düşüyorum hissindeyim. süper slow moşında gibi, anlar boyunca geriye yatıyorum, saçlarımın arasından giriyorlar, saçlarım da düşmeye başlıyor.

şu an otobüsün 25 nolu, cam kenarı koltukta oturuyorum. önümde kimse oturmuyor, yanımda da. bana en yakın memeli canlı, 23-24 numaralı iki koltuğu yatağı olarak kullanan takım elbiseli abi.  o da benim gibi kahvesini içmiş, ama kekini yememiş, uyuyor.

umrumda değil.

ağlamak istiyorum. hüngür hüngür. şoför bile araba hareket halindeyken koşup gelsin, harbi bi tokat patlatsın istiyorum suratıma. saçımdan tutup kafamı "acil çıkış" yazan yeşil sticker'a yağıtırmasını, bu arada otobüsün yoldan çıkıp aşağı yucarlanmasını, o sırada sinir krizi geçiren bir yolcunun pantolonunun belinde sakladığı iki adet uzi'yle(aaarrggghh!) herkesi kurşunlamasını, amabu sırada 23-24 no'daki abinin hala uyuyor olmasını istiyorum.

katatonia'nın son albümünü bindiğimden beri baştan sona üçüncü dinleyişim bu.

***

gece rüya gördüm. yorgundum, biri hariç hiçbirini hatırlamıyorum. salonda yattım, üşendim. ben yatarken babam tv izliyordu. ben uyudum sonra. rüyamda aynı kanepede yatıyordum, uyandım. babam tv izliyordu. sonra yere oturdum. yanımdan bir şey geçti. ne olduğunu biliyordum, ama babamın "fare!?!" diye bağırması garip gelmişti. ben doğal karşılamıştım. sonra kanepenin altına girdi. babam kovalardı haliyle. hala "ee?" ifadesiyle otururken babam pes etti. sonra fare geldi. görseniz kedi gibi bişi. sağ elime saldırdı. dişlerini geçirirken iki parmağımla yakaladım. tam ısıracakken hep "hayır, ısıramazsın." dedim sakince, zar zor tuttuğum çeneyle işim kolaylaştı. ne zaman dişleri etimde hissetsem, "beni ısırmıyorsun" dediğimde rahatladım. sonra, tuttuğum gibi fırlattım. arada hatırlamadığım bikaç bişi var. ki nasıl dışarı çıktığımı hatırlamıyorum. arkadaşlar vardı. tanımam kimlerse. boş bir arsaya gidiyoruz. ayağım çamura batıyor. gülüyorlar. diyorum ki, "aa, neden gülüyorsunuz? ben buradaki dışardan görülmeyen tüm çamur birikintilerinin yerini biliyorum. meselaaa.. bu!" gülüyorlar.anlamaz bir ifadeyle kdevam ediyorum yerden batmış üstümle kalkarak. "bu veyaa, şu. şu da, bak burasını asla farkedemezdiniz." gıdıklanıyorlarmış gibi gülüyorlar.aklımda ne "ulan dalga geçiyorlar?" var ne de "allah belamı versin!" anlamıyorum sadece.

***

eğitim bitti, otobüsteyim yine. ölmedim evet. gömülmüş olabilirim ama, kalem tutabilecek kadar ancak.

eğitim eğlenceliydi. kendini ispat için birbirini ezenler, ukalalığı yüzlerine bulaştıranlar, bir eğitimle insan ve hatta yönetici olacağını sanan numunelerle 2 gün geçirdim.

ama eğitim için istanbul'da bulunduğumda, soundtrack'im "night is the new day" di. toplamda kaç kez dinledim bilmiyorum. ama içinde yittim, toz oldum. ilk şarkı "forsaker" dan, son şarkı "departer"a kadarduramadım. özlemişim...

geçenki gelişimde yüzüğümü evde unutmuşum. geldim, bıraktığım yerde buldum.taktım hemen. tamoturdu parmağıma, ben cinderella olmalıyım. kendimle evlenicem.

"forsaker, forsaker"

bu şarkının tamamı yeter aslında gözlerin kapanması için. ama içinde öyle bir solosu var ki... ilk dinlediğimde "lağn! akerfeldt laağn!" diye açtım gözümü.zaten albümde yer yer opeth tadı bariz (idle blood), ama o solo, jilet gibi, tek hamlede.

"forsaker
forsaker
forsaker."

bu albüme ihtiyacım vardı, ilaç(?) gibi geldi.

"do not go away,
i'm not there
yet."

albümün atmosferi sabit. girince bunalıyorsun, patlamak istiyorsun. "the longest year" dinlerken çektiğim klip hep koşarken ağlayan adam hakkında. suratına karlar çarpsın mümkünse. klibin sonunda yere düşsün. zar zor kalksın, üstündeki çamuru silsin, klip bitsin.

albüm bunaltıyor dedim. ama göz alışınca da, o bunaltıdan çıkmak istemiyorsun. bu bunaltı, kanatan, acıtan, ühühülük bir bunaltı değil ve de. ki kişisel olarak başka bir şey dinleyemiyorum ben daha çok acıtır diye. "my kantele" çıksa mesela, acil çıkış sticker'ına kafa atarak, ilk viyadükte inerim.bu albümün şarkıları insana kendi tokadı gibi geliyor. "ceng" with your ownself.

insanın yapmak için çıldırdığı bir şeyi yapmaması gerektiğini kendine anlatması çok traji komik. soyut bir şeye hele, sigarayı bırakmaktan daha zor. sol elin gittiği telefonu, sağ elle bıraktırması; dışarıdan görenlere komik geliyordur muhtemelen. ama bana sorarsan, bu fare rüyadaki gibi değil, "mind trick" e karşı daha dirençli, daha insafsız.

köprülü mc donald's ı geçtik. bu, inmeye yarım saat var demek. deneyimlerimden yola çıktım evet.

anıların kokuya, zamana, bir şarkıya, iç çekişlere hapsolmasına, aynı nota vurunca kırılıp özgür kalmalarından
 bunu geriye toplayamamaktan, yağmurdan, müzikten, otobüslerden, my kantele'den nefret ediyorum.

hayat güzel..

***

bazen insanların "insanım ben" dedikleri tüm özelliklerini ellerinden alıp benden farklılaştıran tüm unsurlarını suratlarına gömmek istiyorum. gülüyorsun olmuyor, somurtunca da pek işlerine değil.

ki bu beni hayvanlaştırmaz mı?
kim takar?

***

dinlenebilmek istiyorum.
rahatça oturup, vücuduma giren her besinin, yerimden kalkmadan sindirilmesini, enerjinin akışını gözlerimle görebilmeyi ve aynı enerjinin cimri bedenimde hapsoluşunu seyretmek istiyorum. belki kafambununla avunup rahatlar.

***

daha anlatacak bir şeyim kalmadı sanırım. ilk boş vaktimde, önceki boş vakitlerimde yapmış olduğum gibi zamanımı dolduran karın ağrımı sayfaya kusarak rahatlayıp rahatlamadığımı test edeceğim.
hoş, bunların tamamının bir test olduğunu düşünmeye çalışıyorum, aksi taktirde yarı yolda, kıymalarım asfaltı renklendirecek.

"is this a test?
it has to be.
otherwise i can't go on.

gonna wait it out,
wait out.
be patient."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı