8.9.09

Rüyamda Öldüm, Trenle Göçtüm

Kilise ya da cami pek emin değilim, içi loş bir şekilde aydınlatılmış bir ibadethanenin içinde, yerde yüzüstü yatıyorum. Etrafımda 4-5 kişi var ve ölümüm hakkında konuşuyorlar. Onları duyuyorum. Evet ölmüşüm. Sebebini bilmiyorum. Gözlerimi açıyorum. Görebiliyorum, duyabiliyorum, düşünebiliyorum ancak konuşamıyor ve hareket edemiyorum. Çünkü ölmüşüm. Sonraki sahnede hareket eden bir trenin içinde ayakta duruyorum. Trenin içi İstanbul'daki banliyö trenlerine benziyor. Yanımda benimle birlikte ayakta duran iki kişi daha var. Birisi Ayberk. Diğerini hatırlamıyorum ama samimi olduğum birisi olmalı. Yanımda Ayberk olduğuna göre bu da Ege veya Onur'dur. İçinde olduğumuz tren binaların arasından geçiyor. Şehrin ortasında binaların arasından gidiyor ama dışarıdaki hiç kimse farketmiyor. Sonradan bu trenin, ölenleri bir yere götüren tren olduğunu anlıyorum. Trendeki herkes endişeli. Sağ tarafımda cam kenarında oturan kel, yaşlı bi amcayı hatırlıyorum. Adam hissiz bir şekilde önce trenin içine sonra dışarıya bakıp duruyor. Sonra cebimden telefonumu çıkartıyorum. Tam o sırada Ayberk yanımızdaki kişiyle konuşurken benden bahsederek;
"O şimdi Deniz'le vedalaşıyordur." diyor.
Telefona bakıyorum, aşağıdaki görüntünün hafızsız ve tarih-saatsiz kısmını görüyorum.

O an, ölünce telefonun çekmediğini anlıyorum. İçimden "Lan resmen öldük" diyorum. Cam kenarındaki yaşlı amca gibi hissizleşiyorum. Bir şeyler hissediyorum aslında. Yaşayanları düşünüyorum. Denizim'i düşünüyorum. Belki öldüğümden bile haberi yok. Mesaj atacak, telefon çekmediği için iletilmeyecek. "Telefonunu kapatmış" diye düşünecek. Kızacak bana. Ama ben öldüm ki. Trenden inip yanına gitmeyi geçtim, bir mesaj bile atamıyorum. Yaşayanlarla bağlantım tamamen kopmuş durumda. Şebekem yok ulan!!! Sonra tren bir yerde mola gibi bir şey için duruyor. Vagonun kapısı açılıyor. Herkes inmeye başlıyor. Biz de iniyoruz. İki katlı bir evin yanından geçip, evlerin arkasındaki geniş ve toprak bir araziye geliyoruz. Arazinin baş tarafında beyaz masalar, masaların üzerinde beyaz örtüler, örtülerin üzerinde de plastik şişede sular var. Orta taraflara geçiyoruz. Etrafımızda binlerce insan var. Hepsi yeni ölen insanlar. Yerde tahtalar var. Bir süre sonra etrafımızdakiler çıldırıyor. Yerdeki tahtaları alıp savurmaya, toprağa vurmaya, atmaya başlıyorlar. O sırada Ayberk'i kaybediyorum. Ne olduğunu anlayamadan etraf kararıyor...

Sonra uyanmışım. Evet uyandım ama rüya gördüğümün farkında değilim. Gördüklerimin hala etkisinde olduğumdan, içimden, "Lan öldüm mü ben şimdi?" diyorum. Sonra babamın sesini duydum. "Uyan hadi, uyan." gibilerinden bi şey dedi. Telefona baktım hemen. Kapalıydı. "Telefonun alarmını kurmuştum, şarjı bitmiş." dedim babama. "Tamam kalk, çarşıya gidecektin geç kalma." dedi. Kalktım, telefonu şarja taktım. Yüzümü yıkamaya banyoya gittim. Babam uyandırmasaydı etraf karardıktan sonra olacakları da görecektim belki de. Her ne kadar çok merak etsem de, iyi ki uyandırmış. O hissizliği bir daha yaşamak istemiyorum. Daha önce de yine bir rüya yüzünden yaşamıştım zaten. Yine Ayberk vardı rüyamda. Bu sefer onu öldürüyordum. O zaman yaşamıştım.

Yüzümü yıkadıktan sonra telefonu açtım. Oh lan, şebekem vardı. Bi şebekeyi bu kadar özleyeceğim aklıma gelmezdi. Lütfen beni bırakma şebekem. Sen yaşıyor olduğum anlamına geliyorsun. Yaşıyor olduğumdan çok, hissizleşmediğim anlamına geliyorsun.
"Ölünce trenle göçülüyormuş. Bir de telefonun çekmiyormuş."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı