30.11.09

Sevgili yolculuk güncesi...


Muazzam asfaltlanmış yollarda tin tin ilerleyen sevimli olmakla ciddi olmak arasında kendini konuşlandıramamış bir otobüste ve bu otobüsün aynı özellikleri benimsemiş muavinleriyle; diğer yolcularla 5 saat boyunca aynı kaderi paylaşacağım bir otobüsteyim şimdi. Otobüsle pek sık seyahat etme fırsatı olmayan, hatta kendini İstanbul’un tek bir yakasıyla sınırlandırmış bir insan formu olarak ne zaman otobüse binsem kendimi bir tür yazı yazma zorunluluğunda hissediyorum. Bunu yaparken zihin bana büyük ihtimalle “yol uzun bak, canın sıkılır, düşünecek yapacak bir şeylerin olsun, uyursan şimdi her yerin ağrıyacak, bezelyeler koltuğun altındadır” direktifini veriyor. Emin değilim ama yine de en uygun malzemeler, benim pek de ilgilenmediğim yollarda çıkacakmış gibi gelir bana. 

5 saatlik altımızdan kayıp gidecek bir yol var önümde. “Yol bir yere gitmez o bir durma biçimidir” der birileri ama bu kez giden kesinlikle ben olamam. Ben zaten oradayım. Saat 18.51. Benim gidişimi olabildiğince geciktirme çabalarındandı bu, hatta “yarın git, saat epey geç oldu gece yarısı yollarda kız başına ne işin var?" dediler. Yollardaki tek işim şu an yapmakta olduğum yazma eylemi sanırım ama ben onlara tam olarak “asıl böyle söylediğinizde kız başıma olmaktan çıkıp daha bir maskülen hissediyorum kendimi” demek isterdim. Bunu ima edişim bile sorun olacaktır nitekim korkarlar falan; ama yine de bir posta fırçaladım onları. Ana-babayı azarlamak da ayrı bir olay. Gerçi neticede olan yine sana oluyor. Şeyi fark ettim mesela ama sen hatalıyken her zaman özür bekleyenler özür dilemeyi “ne yapayım şimdi, ne yapabilirim” suçlamasıyla geçiştirince kendini temize çıkarmış olduklarını zannedenler. Bu özelliği taşıyan herkeste var bu, ama senin yargılamaya hakkın yok.

Kardeşimin doğum günüydü bugün (yazının yazıldığı tarih olan 28'inde), 8ine girdi cadı, nasıl da sen daha bebekliğinin tadını çıkaramadan çocuk oluverdi birden. Ve sen yanında olmadığın zamanlarda da çocukluğunu geçirmiş olacak, sana başkaldıran ve yanında olmadığın için sitem eden bir ergen bulacaksın karşında. Reddedecek belki seni, ama hiç bilmeyecek ki sen rüyanda bile ona en ufak bir zararı vermekten dolayı bütün gün şuranda bir yumru taşıyacaksın ve bu satırları yazarken iki damla yaş akıtacaksın. Üzüldüm kızcağıza biraz, belki de en coşkulu doğum günü kutlayacağı yaşlarda ama o bu sefer en küçüğü 18 yaşında olan ve yaşları 55’e uzanan 11 kazulet ile geçirmek durumunda kaldı. Çocuk tabii, farkında değil şimdi. Kendi doğum günlerimi düşündüm, en fena yanı hiçbir şekilde hatırlayamamam olsa da dolu dolu yaşamış olmalıyım ben onları; ya da biri bana bilmediğim, hatırlamadığım bir geçmiş yaratmaya çabalıyor. Sanki hiç çocuk olmadan dünyaya indirilmişim gibi. Asıl Mesih ben olmalıyım.

Doğum dedim de, bugün otobüse binmek için evden çıkarken, sanki nihai sonum bu otobüste olacakmış gibi hissettim. Oluyor bazen bana bu. Gidilecek bir yere diğer insanlardan önce ya da sonra gidersem sanki benim onlardan ayrılmış olma sebebim otobüsün kaza yapacak olmasıymış da ölecekmişim gibi hissediyorum. Ben öleceğim, ama onların sırası henüz gelmedi. Beynimi fazlasıyla zorlayan bu hissiyatı birine aktarma isteği duydum içimde; evden çıktık, yola yürüdük otobüsü beklemek için, otobüs geldi, hâlâ geçmedi. Söylemeliydim sanki demeliydim ki “ben öleceğim, lütfen ona göre vedalaşalım”. Diyemedim, çünkü deseydim alacağım “saçmalama, öyle şeyler söyleme/düşünme, o zaman şimdi gitme” yanıtlarını biliyordum ve onlara bir zafer duygusu tattırmaktan fazlasıyla çekindim. Bir yerlerde hissetmişler midir bilmem ama haklarını helal etmelerini diledim ben onlardan içimden. Saat 19.11. Hâlâ ölmedim.

Ölüm korkusu sardı beni son zamanlarda anlaşılamayan bir biçimde çok. Yapamadığım, yapmak istediğim, yapmak zorunda olduğum milyonlarca şey varmış, sanki bunlar olmadan ölemezmişim gibi. Oysa hiç de zorunluluk falan değil, belki saat 20.17 olduğunda bu satırlarla birlikte geçtiğim şehirlerin ışıkları üzerimi örtecek ve ben gözlerimi açacağım sonsuza, ardımda yapmak istediğim milyonlarca şey bırakarak. Tool’u canlı dinlemeden ölmek istemiyorum mesela en başında. Ya da Death Note’un sonunu görmeden… Onu izleyeyim, isterse sonra Kira benim adımı en rezil ölüm şekliyle yazsın deftere. Ama yine de hiçbir şekilde hazır olmayacağım ölüme, hep yapmak isteyeceğim, kendimi yapmak zorunda hissedeceğim bir şeyler olacağından. Hem ölüme hazır olmak diye bir şey var mı ki? Scrubs’tan net hatırlayamadığım bir sahne geldi aklıma; tedaviyi mi ameliyatı mı ne reddeden yaşlı bir kadın vardı ve ona liste hazırlamıştı J.D. sayfalar dolusu, ölmeden önce yapılması gereken. Ve kadınının hepsini yaptım, boşuna uğraşma, hazırım ölüme ben lafları kulaklarımda çınlıyor hâlâ. Yani sayfalar dolusu ölmeden önce yapılması gereken şeyi yapmış olmak, hazırlık mıdır ölüme ki ben iddia ediyorum, sonsuza kadar uzatabilir, ölmemek için sürekli bahane bulabilirim. Ve eğer bir tanrı bir yerlerden kontrol ediyorsa ölümümü yaptığım listeye de kıçıyla gülüyor olacaktır.

Yazının bundan sonraki kısmına ertesi gün devam ediyorum. Hatta saatin şu anda 03.12 olduğunu göz önünde bulundurursak, bir sonraki gün oluyor. Beklediğim gibi 20.17’de ölmedim. Hatta sanırım bana kıçıyla gülen tanrı, burada da bir oyun oynayarak molayı tam bu saate denk getirdi. Otobüsün içinde bile değildim kısacası bu vakitte, ancak fazla dolaylı olacak belki ama sigara içip kendimi öldürüyordum bir şekilde.

Saat 03.15. İlginçtir ki hâlâ uykum yok. Ve belki 2 dakika sonra öleceğim. Ama şu an Death Note’u bitirebilmiş olmanın, listemdeki bir şeyin üzerini çizebilmiş olmanın hazzını yaşıyorum.

Ve o tanrıya kıçıyla gülen de benim aslında.

Editcan: ne sikim de bir başlık oldu afedersiniz. eheh.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı