"tavanı tutun. tavanı tutun!"
***
kim uyandırdı bilmiyorum.
uyandığım ilk anda sahip olduğum tek düşünce, içimde dolaşan saklı kanın dolaştığı yoldu. hissedilebiliyordu. eminim. "tohum, uyan!" diyen kişinin kimliğinden bile habersizken, en ucundaki cam parçasının yırttığı damarların ulaştığı yerden, söyleyebilirdim tam da aktığı yeri. o an bi şey oldu, bi şey oldu, ayağım mı uyuştu nedir, çalar saati durdurdum da duyabildim.
her defasında gözüm kapalı yürüdüğüm yatak odası-koridor-tuvalet güzergahından oldukça akıcı bir şekilde geçip giderken, bir fil ağırlığındaki sağ bacağımı, tıpkı bir a4 kağıt kadar narin kaldırıyor, resimleri ezberlenmiş bir 10. cilt gelişim hatchette kadar savruk bir şekilde indiriyordum. çalar saatin tekrar çalıp çalıp susmadığını yolculuğumun son anlarına kadar deneyimlemiştim. klozetin sol yanı, kalbin olduğu, fakirce bir örümceğin yeni tatil çadırı olmuştu. klozetin içindeki su kurumuş, ve sepyadan hallice, doğanın en yaman sarı-kahverengisine dönüktü. ah resmetmeliydim.
mutfağa doğru, oldukça çetin bir tırmanış için bismillah çektim. tüpü açtım. kibrit bulup tüpü yakma fikrinden beni cayıran, küçük bir çaydanlık olmuştu. gayet kendi yolunda ilerleyen, tasasız ve burnu havada çaydanlık, tüm eğlencesini kaçıracak ufak ayrıntıdan bihaber, paytak paytak rafta bir ileri bir geri volta atıyordu. yanına sırnaştım. beni görünce, ustaca ölü taklidi yapmaya başlasa da, ayakta ölen tek şeyin ağaçlar olduğunu bilmediğini ben biliyordum. ama o benim bunu bildiğimi bilmiyordu. aşırı aptal şeyler arasında yaşayıp da, aptallıklarının farkında olmamalarını izlemek, beni hep eğlendirse de, çaydanlığın bu tavrı, beni inanılmaz irrite etmişti desem, sanırım biraz doğru söylemiş olabilirim. hal ve hareketlerine çeki düzen verene kadar onunla görüşmek istemediğimi, eğer fevri mizacını değiştirmezse, onun yerine bundan sonra nihale ile tost yapacağımı onurluca deklare ettim. ve ziyaretimi sinsice sonlandırdım. ben çıkarken hala hareketsizdi. ya gerçekten çok aptaldı, ya da ben ona en başta güvenmekle hata etmiştim.
bir kaç tereddüt sonrasında, kan çoktan ayağımdan yol alıp gitmişken, sallanan başımı omuzlarımın üzerine sabitleyip odaya geri dönüş yoluna başlama kararını almıştım. çetin, ama oldukça doyurucu bir yolculuğun arefesinde, bazen telaşlı, çoğu kez müthiş bir sükunetin pençesindeki anılarımı tek tek hatırlıyordum. sanki bir aydınlanıştı, tuvalete son bir bakış hediye edip, ışığını dışarıdan kapattım. binlerce mahlukatın curcuna ve şakırtılarını, kapıyı kapatmamla içeriye hapsettim. düşen kutlama pankartlarının sesini bile duyduğumdan eminim, gibi.
yolculuk boyunca hiç durmadım. yalnız seyahatlerimde hep bir burukluk da taşırım çantamda. mola yerlerinde lazım olur. bu kez hiç burukluğum olmadığından, kendimi yetim hissedeceğim dinlenme tesislerinde etrafımdakilere hoşça vakit ve sınırsı güldürü sunmak istemedim. birkaç düşüm tehlikesi atlatsam da, nihayetinde surların ardından doğan güneşin ayaklarıma vuran gölgesinden tanıdım yatağımı. tıpkı bir titan, tıpkı bir sivri cisim.
uyandığımdan beri geçen asırlar boyunca insanoğlu düşer ve kalkar biçimlerde hayatlarına sımsıkı sarılmışlar ve tüm bu mücadelelerinde yanlarında olan irili ufaklı tanrıların isimlerini bir bir haykırmışlardı. çoğunun adını duymuşluğunu vardı ve kimisini görsem hatırlardım.
birtakım tırıvırıların neticesinde el çantama doğru mükemmel bir atlayışla ulaşıyordum nihayet. hayatı slo-mo yaşarken, sanki her saniye etrafımda flaşlar patlıyor ve bir sürü insan bu fenomene bilfiil katılıyorlardı. pat, pat, pat! her taraf bembeyaz olmuştu. ışıklar içinde uçuyordum. fezanın dışına çıkabilecek enerjiye sahipken, mütevazılıktan kırılıyor, yüzümdeki ketum bakışı bir an olsun yere fırlatmıyordum. ah ne kadar da destansı bir yaratıktı o.
çantamı o kadar çalışılmışbir şekilde açtım ki, yanımda olsanız, çantanın benim olduğuna inanırdınız. koyu kahverengi, ajan parlaklığında ve yılan çevikliğindeydi. önce kulbundan derin bir pençe darbesi yedi, fakat hemen darbenin geldiği tarafa doğru sert bir salvoyla dönüp atağı savuşturmuştu. gözleri şaşkınlık ve kromatik bir parlaklıkla faldır faldır açılmış ve gözyaşlarını çizgili eldivenleriyle silmeye çalışıyordu. hızlıydı. ancak oynadığım akıl oyununu çözebilecek zekaya sahip değildi. kullanmadığım diğer elimin pençesiyle diğer kısmından, aynı anda, vücuduna güdümlediğim savuruşun şokuyla ağzı açık kalmıştı. dilimi usulca içeri soktum. hayatım boyunca biriktirdiğim, sevdiğim ve nefret ettiğim herkesten gizlediğim, öncesiz ve sonrasız, bazen, kendimin bile yitip gittiklerinden korktuğum, tüm küfürleri kenetlediğim dudaklarımın arasından, bir 1,5 litrelik bitik su şaşalını şişirmek için tazyiklediğim kuvvetli bir basınçla içine haykırdım. bir kaç parmak genişlediğine yemin ederim.
akıttığım ter ve terlettiğim alnım oldukça iyi anlaşıyorlardı. sigaraya uzandım. iki fırt aldım. yaktığımı düşünmüyordum, ama odaya dolan zifirin tadından aslında mükemmel yaktığımın farkına vardım. sigarayı ağzımdan çektim, nefret edercesine kültablasına yatırdım. kafasını, tıpkı bir fransız idamlığı gibi zararlı kısmı içeride kalacak şekilde, kıbleye doğru çevirmiştim. yatağa yaslandım. çanta, kendini kandırılmış ve kullanılmış hissediyordu. sigaraya dönünce çok acı bir gerçeğin soğuk duvarına kafa atıyor bulmuştum kendimi. sigara yanmıyordu. o zaman ağzımdaki bu yosun tadı da neydi?
pantolonumu 2. telli viyadüğün arasından görebiliyordum. sandalyeden özür diledim, ve tıpkı bir ingiliz leydisi kıvraklığıyla sağ elimi pantolonun sol cebine soktum. ilkinde bulmuştum ve kibrit kafese tıkılmış bir makak gibi küfrediyordu.
kafesi, kibrit kutusunu açtım. elime bir kaç adet kibrit çöpünü, makakın ayıp yerleriymişçesine parmak uçlarımla tuttum. seni çalı çırpıya sürtücem makak pipileri diyerek sarkastik takıldım. sonra kibrit yandı. sonra hava yandı. sonra bi şey oldu, o an bi şey oldu. oda patladı! oda resmen patladı inanabiliyor musun?!
***
sonra işte, çaydanlık, örümceğin evi sahiplenmesiyle onun oyuncağı olmasını kabul etmiş biliyo musun, bunları öğrendim hep. o demiş ki, ölürse o, ev benim olur, mutfak senin. sonra demiş, mutfakta öldürelim, mutfakta öldürelim. ama öldürememişler o gün. sonra gazı açtım ya, örümcek demiş, öldürelim, yakalım öyle öldürelim.
sonra patladı oda işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder