"durdur şu saçmalığı!"
yaralar var. yaralar var. umabiliyorum gayet de. bir bardak su ne kadar arzulanabiliyorsa içilen sarı-turunç filtreli sigaraların ardından, arzulayabildiğim her nesnenin dönüp dolaşıp da, türlü ip köprülerin yüksek ayaklarından yuvarlanarak sağ elime doğru geleceğini umuyorum. gelmediği her olasılığı, yarı uykulu gözlerle, kifayetsiz bir işaret parmağıyla, iş bilmez ve nasır sahibi baş parmak ve orta parmak triosuyla bileklerinden yakalanmış sakin kalmaya çalışan kurşun kalem hesaplamaya çalışıyor. bir çentik, iki çentik. her üç çentikte bir kalem çatlıyor, sağ bacakta açılan yaradan grafit akıyor. yaralar var. onaracak tüm ekipmanın listesi hazır. alt alta da yazılabiliyorlar. çentik çok.
dokungaçlar deriyi zorlarken içeriden, parmak uçları hissizleşiyor. günbegün, sanki kendi frekansında mutlu mesut akıp giderken, her neyse, daha da sert atılıyor taşlar, fırlıyor damarlı ellerden kurtulurcasına, bulanan zamanın ardını da göremiyorsun, berisini de. suya uzanıp da almak istediğinde özgür ruhlu azimli taşı, parmakların kemiklerini yok sayıyor, sevimli hayalet kespır'a sarılmaya çalışır buluyorsun kendini. hiçe doğru fiske yaklaşıyor, yaklaşıyor... sonrası, şu göbek atılırken yapılan fiske şaklatma hareketi.
kendime ait, ve sahibim olan, nefes aldığımda özümden önce oksijeni sömüren ve tüm hücrelerime kan pompalayan, yapıtaşım ve bozunması sonsuza kadar sürecek olan, üzerine titrediğim yapay çiçeğimi, aslımı, hiç bir zaman aklımdan çıkaramadığım deli taş parçasını, denizden bile sakındığımdan, rüzgarın esmeye cesaret edemeyeceği yüksekliklerde kız kulelerine hapsettim. hikaye bu ya, sepet sepet hediyelerce kandırılabilirse eğer, bir yılan, asla huyu olmadığı üzere elmaların içinden bir kurtçuk gibi sinişini, tatlı bir zehir zerkederek nihayete erdirebilir. erdirmemeli. o yılan, o sinsi haşere, o çataldilli, varoluşunu dahi unutacak kadar yükseğe çıktığında, aradığı şey kanatlarından başka bir şey olmamalı. kuyruğundan kavradığı gibi vücudunu, acısını hissedemeyeceği kadar tazyikle boşaltmalı, zehri -ki aradığı şeyi asla bulamayacak olmanın kini kadar ne var daha zehirli- işledikçe felcinin o an orada vücut bulan öfkesinin kılıfı olduğunu farketmeli. daha sert, binlerce kez, dişlerini kırarcasına ısırmalı. ve tamamen hissiz, ama geometrik olarak kusursuz bir çember olduğunda, dönüp de kibir, sevinç, üzüntü ve bilimum hissiyatın serpintisine bile tamahta bulunmayacağı çeperlerin içinde, zamanın herhangi bir usul noktasında duruyor olsun.
sonrası bir şekilde gelir ya. yol var. liste hazır. bir takım uyku haplarının önlenemez sızıntıları, peşine taktığı rüyaları bile silikleştiriyor. hayat ne ki?
zaman geçer -şu ana dek kusursuz bir şekilde ilerlediğinden hareketle çıkarımda bulunuyorum- geçtikçe her şey kanlanır. üzerine sıçrayan toz ve burnundan içeri hücum eden dumanlar yüzünden kapanan gözleri, kanla dövülen damarları kızıl kırmızı kestiği beynin, her bir sinir hücresini teninin dışından hissedebileceği kadar yakmasından bilir önünü, solunu. alından dokungaçlar, pamuğu yaran fasulye dalı gibi ölü kokusuyla yükselir. göğüsünde çatlakların içinden hamamböceği antenleriymişçesine kapkara çıkar. kolların, sanki gövdenin dokungaçları, seğirdikçe uzanır; ellerin, parmakların, parmak uçlarının soğuduğunu hissedersin. zaman geçer. bulanıklaşır. elindeki kalem, kapkara ve eskimiş, belki kenarından yenmiş, bileklerini kurtarır mor parmaklarından. bacaklarına doğru yuvarlanıp da dişlerini geçiriverir ansızın. yaralardan akan irin sarı turuncu, simsiyah gölgesi etinin üzerinde.
gelecek biliyorum. yoksa sadece kötünün dişleri arasından akar çatal dilleri. gülen bir suratın gölgesi bile siyah değildir. zamanın neresinde olursa olsun, tarih öncesi bir kültün tanrısını yeni zamanda bulma umudu gibi, azimle, inançla, bir teslim olmuşluk bilinciyle beklediği gibi bekliyorum.
saçmalıklarla donanmış bir savaş aracının her attığı karavanada "kahrolsun savaş!" nidaları belki de bu. aslında yenilmiyorum da, zaman çok saçma.
gel zaman.
durdur şu saçmalığı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder