22.8.25

some intihar problems

benim 3 yaşında bir yeğenim var. yeğmekte olan. 
bir sürü abonelik var, kart kapanana kadar ödenir bunlar. 
kredi kartım yok borcum yoktur, bununla birlikte borcum yoktur yazım var 
bir sike yaramıyorum (i can not yar any sike) 
keşke 3 yaşında bir yeğenim yeğmeseydi onun yüzünden gidemiyor olmak çok sikko, 
çünkü 3 sene önce yoktu. 3 sene önce ben vardım ve ben 3 sene önce yine gitmek istemiştim 
yani kaçan bir fırsattan söz edebilir miyiz efendim? analytic thinking is overrated. 
şener üşümezsoy deprem olmaz diyor. 
bunu da geç. 
babam benden önce ölecek çok büyük ihtimalle, bu da büyük bir fırsat. 
kendi çapımda gereksiz bir insanım, başka insanların bazıları gerekli diyor, 
başkaları ne der, bilmiyorum 
bu sikik gitar piç olur gider, bilgisayar falan neyse de, ulan mülksüzlük neyse de az mülklülük çok stresli üzerime bir evin %8,33'ü var, varisim kim 
ha ben bu evin hiç vergisini falan ödemedim o nasıl bilmiyorum ha 
ay sikicem ya biri beni öldürebilir mi 
böyle tehditvari oldu, 
biri beni öldürmek için sikilmeyi bir ceza ya da ödül olarak görmesin lütfen rica edeceğim 
ya hayır haberlerde hep görüyoruz 
bazı insanlar çok şansa ölüyor, 
kafasına kedi falan düşüyor 
ya da birine birkaç dakika önce yan bakmış oluyorlar, 
ya da iddia ediliyor yan baktıkları iddia edildi 
iddia edildi. pasif. 
bazen düşünüyorum işte yanımdaki bir adam aslında deliymiş, 
katatonik ve şizofrenmiş yanımdaki adam yanıma gelmeden önce beni bıçaklamayı arzulamış, 
aslında bunun benimle alakası yokmuş 
kafama tam şakaktan bıçağı öyle bir saplamış ki 
üf sol şakağımdan girmiş ve çok hızlı girmiş 
yok böyle bir hız 
sol şakağımdan bıçağın ucuyla aldığı deri parçası 
sağ şakağımdan çıkarken 
şağ sakağımdan delinen deri içerisinden beyne bulanık birbiri içinde iki deri parçası çıkmış 
deri sandviç 
internette okuyoruz hep 
hani katana kılıcıyla kadını ikiye yardı falan 
elektriğe kapılan genç, 
belki de orta yaşlı, 
kurtarılamadı diye. pasif. 
bi adam beni öldürecekti bi kere 
gelmedi 
ben bulmayı bile düşündüm, 
ben bile bulmayı düşündüm 
ama benim o zaman 2,5 yaşında bir yeğenim vardı 
keşke bundan 2,5 yıl önce heyecandan ölseymişim 
ya da şimdiden 3 yıl önce 
ya da 10 15 30 38 100 
yeğeninin 1 günlük olmasını beklerken çok heyecanlanan gencin heyecandan kalp krizi geçirdiği iddia edildi 
halı sahada şok 
öyle bir kriz geçirdi ki 
ölmem lazım çok acil bir an önce ölmüş olmam lazım. pasif

5.1.15

bu şehir bence beni bu şekilde şekillendirmekle iyi bir iş başardı

yürüyordum. usul bazen, bazen hızlı. asimetrik bir salınımla, eğile kalka yürüyordum. gözüm bi bakkala ilişti. böyle gazete koyma yerli, böyle önünde cips sepeti, böyle ne bileyim, kontörlü telefon masaları. duvarındaki saate baktım. vakit epey geç olmuştu. adımlarımı normalleştirme çabasıyla sol adımlarımı yavaşlattım. zaman uçar, uçuyordu.

koşup koşup da, insanlara yetişmem gereken yerler olduğuna ikna etmeye çalışırcasına açtığım gocuğumun fermuarları, bir sağa bir sola çarpıp duruyordu. atkım sanki geride kalmak istermişçesine kanatlanmış da geçmişi tutuyor. her adımımda dalgalanıyor. sokağın ortası insanlar için yasalarla belirlenmiş ve civarından dolaşılamaz çevik kuvvet ekipleriyle sarmalanmış, ve ben tam ortadan gitmek zorundayım ya, kimse umrundaymış gibi davranmıyor. hep birine çarpıyorum, ve hiçbiri önceden yolumdan çekilmediği gibi, "a pardon bilemedik, özür dileriz." de demiyor. düşen bir kadını görüyor atkım. bırak diyorum, bu yolda düşürdüklerimizin üzerinde gururla taşınacağız.

tonlarca insanın kulaklıktan içeri göçen sesleriyle biten şarkıları tekrar sırasıyla ezbere sayıyorum, 29 dakika, ve bir miktar saniye. bazıları ilk kez dinlenmişçesine, farkediyorum ki, aslında sanatçı, tüm bu karmaşanın da sahnenin parçasını olmasını istemiş gibi, o harala gürele adeta bir bas gitar, adeta bir kreşendo, adeta bir tabl-ı cenk aşkedercesine! allahım adımlarım ne zamandan beri bu kadar epik! inceden yükselen "ananı sikeyim senin orospoçocoğo!" nidaları genç bir bıyıksız abinin, sanki orkestra şefinin dudaklarının yanından kayıtsızca düşen ter damlaları gibi. ağzından ayıklayıp da parmaklarımla, ağzıma zerkedesim geliyor, kendimi tutuyorum. ah genç, zamansız nidaların kadar fevri bir hayat süresin, ömrün akın gibi emin ve basiretli olsun.

zaman sanki bir atlı karıncanın hızlandırılmış görüntüsünü izlermişim gibi, tahmin edilebilir, ama çok hızlı akıyordu. 35 dakikayı devirdiğimde, o anlık şarkı geçişi sessizliğinde, etraftan hiç ses duymamaya başlamıştım. yürümeliyim diye düşündüm. usul adımlarıma geri döndüm. fermuarlarımı kapattım. atkımı da aldım gocuğumun içine. soğuktan dudaklarım uyuşmuştu, ıslık öttüremediğimi farkettim. pervasız bir neslin herhangi bir elemanı gibi görünemiyordum artık. amacım da buydu. demek ki başarmıştım.

bir tanıdığa rastladım. onu, onu tanımadığıma ikna ettim. o da beni keşke hiç tanımamış olsaydı diye düşündü. tek ikna olan o değil, kendimi de inanılmaz ölçüde ve gerçekten aksinin kırıntısının dahi esamesini okuyamayacağım kadar küçük yazılarla yazabildiğim için, ben de ikna olmuştum gibi. aslında tanışmıyorduk. aslında her biri çalan şarkıyla alakalı. başka bir şarkı da dinliyor olabilirdim, ve o tanımadığım insan, benim binlerce kez öldürdüğüm sivrisinek olabilirdi mesela. ilk kanı sen akıttın diyebilirdi bana. ben de söylediğinin mantıksız olduğunu, literal olarak evet onun yaptığı işin kan dökmek değil emmek olduğunu, ancak kan ile ilgili herhangi bir metaforun öznesinin ancak kendisinin olabileceğini, ve karşımda fantazi dünyasından bizim dünyamıza sadeleşerek geçen bir vampir olduğunu söyleyebilirdim. ama işte o şarkı çalmıyordu, o çalsaydı şu an 41 dakika geçti diyemezdim de. 39 dakika geçti derdim. bu iki dakikada, afrika'da tam 15000 kişi, ilk defa sıtmaya yakalanıyor. önemli değil mi.

paçalarımdan kıçıma kadar sıçrayan ıslak sular, kirliydi de. vücudumun sıcağıyla buharlaşınca, paçalarımdan kıçıma kadar çamur damlacıkları bıraktılar.

bakkalı düşündüm. saati durmuş olmalıydı.

o an bildim ki, dursam iyi olacak. bir sınır çizmeliyim. bu şansım varken, bunu iyi değerlendirmeliyim. insanların çokça bulunduğu yerlerden daha çok, insanların azca bulunduğu ve hatta bulunmadığı yerlerden usulca geçmeliyim. çünkü atkım da, gocuğumun yanakları da bu anı benimle paylaşmalı. tek başınayken, "hah!" diyorsun, sonra o sesi sen duyuyorsun. bunu aklımın içinden de yapabilirdim diyorsun. yaptığının anlamsızlığından canın sıkılıyor, sinirleniyorsun. o yüzden usulca yürüyüp "hah!" diyorum, "bakkalın cipslerine bak! onlarca var!" atkım gülümsüyor. kendinden beklenmeyecek bir olgunlukla sadece sallanıp heyecanıma katılıyor. ya da gocuğum "hah!" diyor. "sanki bu sokaktan daha önce hiç bu kadar güzel geçmememiştik!" atkımdan geri kalmamak için önce gülümsüyorum. fakat beceremediğim onlarcan şeyden biri bu ya, basıyorum kahkahayı. "haha!" üçümüz gülümsüyoruz.

bir banka oturdum. düşündüğüm herkesi tanıyıp tanımadığımı, ve onların beni tanıyıp tanımadığını düşündüm.

düşünmek için hiç çaba sarfedilmiyor, bedava enerjili. ama durmuyor. ellerimi sanki kafamdan akanlar dökülmesin diye iki açıp da tutuyorum, su gibi akarken, buhar olup uçmaya başlıyorlar. kafamın üstüne şemsiye geçiriyorum, buz gibi katılaşıp da hızla düşüyorlar.

o yüzden kafamın her tarafını bantlayıp da düşünüyorum.

çok fazla düşününce uyuyup düşüyorum, bir süre sonra biri geliyor, kaldırıyor. çünkü bazı şeyler her tuzaktan kaçabilir diye bir şey yok. sadece tuzaklar için yaşayan şeyler biliyorum. bu da kaçamaz. ya da kaçmaya çalışmak eğlenceli geliyor. bilmiyorum. düşündüğüm şey bu değil.

düşündüğüm şey, düşündüğüm herkes beni tanıyor mu? çünkü rüyanda bile tanımadığın kimseyi göremezsin. ben onları nereden tanıyorum, ne dinliyorum tanırken, ya da tanımıyorsam, ne çalıyor?

kafama bant takıyorum.

sonra bakkalın telefonları çalıyor. kadın düşüyor. düşerken "yavaş ol orospoçocoğo" diyor. "ben orospuçocuğu değilim, ayrıca yavaş olsam da düşersin, çünkü sen şişmanların dahi acıyarak baktığı birisin." diyorum, ağzım kapalı. rüzgar yağmur damlalarını mermilere dönüştürmüş, koştuğum yönde tanıdığım insanlar kaçıyor. durun diyorum. ağzım kapalı.

biri uyandırmıyor. atkım bile.

bu şehir bence beni bu şekilde şekillendirmekle iyi bir iş başardı.

11.11.14

isyanlar sırasında takriben 12 milyon kişi nefessiz kaldı

"durdur şu saçmalığı!"

yaralar var. yaralar var. umabiliyorum gayet de. bir bardak su ne kadar arzulanabiliyorsa içilen sarı-turunç filtreli sigaraların ardından, arzulayabildiğim her nesnenin dönüp dolaşıp da, türlü ip köprülerin yüksek ayaklarından yuvarlanarak sağ elime doğru geleceğini umuyorum. gelmediği her olasılığı, yarı uykulu gözlerle, kifayetsiz bir işaret parmağıyla, iş bilmez ve nasır sahibi baş parmak ve orta parmak triosuyla bileklerinden yakalanmış sakin kalmaya çalışan kurşun kalem hesaplamaya çalışıyor. bir çentik, iki çentik. her üç çentikte bir kalem çatlıyor, sağ bacakta açılan yaradan grafit akıyor. yaralar var. onaracak tüm ekipmanın listesi hazır. alt alta da yazılabiliyorlar. çentik çok.

dokungaçlar deriyi zorlarken içeriden, parmak uçları hissizleşiyor. günbegün, sanki kendi frekansında mutlu mesut akıp giderken, her neyse, daha da sert atılıyor taşlar, fırlıyor damarlı ellerden kurtulurcasına, bulanan zamanın ardını da göremiyorsun, berisini de. suya uzanıp da almak istediğinde özgür ruhlu azimli taşı, parmakların kemiklerini yok sayıyor, sevimli hayalet kespır'a sarılmaya çalışır buluyorsun kendini. hiçe doğru fiske yaklaşıyor, yaklaşıyor... sonrası, şu göbek atılırken yapılan fiske şaklatma hareketi.

kendime ait, ve sahibim olan, nefes aldığımda özümden önce oksijeni sömüren ve tüm hücrelerime kan pompalayan, yapıtaşım ve bozunması sonsuza kadar sürecek olan, üzerine titrediğim yapay çiçeğimi, aslımı, hiç bir zaman aklımdan çıkaramadığım deli taş parçasını, denizden bile sakındığımdan, rüzgarın esmeye cesaret edemeyeceği yüksekliklerde kız kulelerine hapsettim. hikaye bu ya, sepet sepet hediyelerce kandırılabilirse eğer, bir yılan, asla huyu olmadığı üzere elmaların içinden bir kurtçuk gibi sinişini, tatlı bir zehir zerkederek nihayete erdirebilir. erdirmemeli. o yılan, o sinsi haşere, o çataldilli, varoluşunu dahi unutacak kadar yükseğe çıktığında, aradığı şey kanatlarından başka bir şey olmamalı. kuyruğundan kavradığı gibi vücudunu, acısını hissedemeyeceği kadar tazyikle boşaltmalı, zehri -ki aradığı şeyi asla bulamayacak olmanın kini kadar ne var daha zehirli- işledikçe felcinin o an orada vücut bulan öfkesinin kılıfı olduğunu farketmeli. daha sert, binlerce kez, dişlerini kırarcasına ısırmalı. ve tamamen hissiz, ama geometrik olarak kusursuz bir çember olduğunda, dönüp de kibir, sevinç, üzüntü ve bilimum hissiyatın serpintisine bile tamahta bulunmayacağı çeperlerin içinde, zamanın herhangi bir usul noktasında duruyor olsun.

sonrası bir şekilde gelir ya. yol var. liste hazır. bir takım uyku haplarının önlenemez sızıntıları, peşine taktığı rüyaları bile silikleştiriyor. hayat ne ki?

zaman geçer -şu ana dek kusursuz bir şekilde ilerlediğinden hareketle çıkarımda bulunuyorum- geçtikçe her şey kanlanır. üzerine sıçrayan toz ve burnundan içeri hücum eden dumanlar yüzünden kapanan gözleri, kanla dövülen damarları kızıl kırmızı kestiği beynin, her bir sinir hücresini teninin dışından hissedebileceği kadar yakmasından bilir önünü, solunu. alından dokungaçlar, pamuğu yaran fasulye dalı gibi ölü kokusuyla yükselir. göğüsünde çatlakların içinden hamamböceği antenleriymişçesine kapkara çıkar. kolların, sanki gövdenin dokungaçları, seğirdikçe uzanır; ellerin, parmakların, parmak uçlarının soğuduğunu hissedersin. zaman geçer. bulanıklaşır. elindeki kalem, kapkara ve eskimiş, belki kenarından yenmiş, bileklerini kurtarır mor parmaklarından. bacaklarına doğru yuvarlanıp da dişlerini geçiriverir ansızın. yaralardan akan irin sarı turuncu, simsiyah gölgesi etinin üzerinde.

gelecek biliyorum. yoksa sadece kötünün dişleri arasından akar çatal dilleri. gülen bir suratın gölgesi bile siyah değildir. zamanın neresinde olursa olsun, tarih öncesi bir kültün tanrısını yeni zamanda bulma umudu gibi, azimle, inançla, bir teslim olmuşluk bilinciyle beklediği gibi bekliyorum.

saçmalıklarla donanmış bir savaş aracının her attığı karavanada "kahrolsun savaş!" nidaları belki de bu. aslında yenilmiyorum da, zaman çok saçma.

gel zaman.

durdur şu saçmalığı.


8.10.14

rahibelerin birtakım hareleri

tüm gözleri sakla. tüm gözleri sakla.

görüldüğünü anladığında yok olacak renkler tanıyorum. başkasına gösterdiğin anda ağzından az önce orada olduğuna dair şeyler de saçmalayabilirsin.

göstermediğin renk, siyahtan başka bir şey değildir.

26.9.14

bilingu

bana bi şunun cevabını ver, şimdi neden düş? neden odanın sabit bir noktasına çöp atmak varken, tamı tamına bir hayat boyunca, çöplerini yatağının çeşitli yerlerine gömüyorsun? bi söyle ya, bişey de mantık çerçevesinde?

bazen hayal kurarken ölen bir adamın iskeletinin ne kadar farklı görüneceğini düşünüyorum.

dreamer's skull.

24.9.14

Australopithecus


takip edebilirler. tam tersini söyleseler de, dedikleri her şeyin doğru olmayacağının uzun zamandır farkında olmalısın. tek ayaklı bir sürüngenin çatal dilleri arasından duyamazsın güzel kelimeler.

korktuğun maskenin altında sakladığı daha da korkunç bir yüzün en ilkel dürtülerinin pençesindesin. kovalandıkça kaçan ateş böceğisin. tek ayak, sürünerek eriştirmeyecek.

maske her zaman yalan söylemez.

22.9.14

göz yakalanmasi üzerine







seçilenlerin ardında kalmak kadar yorucu bir takip yoktur. yürüdükçe kendini birbiri ardına düşüşlerde bulur insan, her düşen için başka bir parçasını yitirir. eksikleri belki, ya da yanlışlarıyken tercih öğesi, her defasında fark açılır da açılır.

belki deniz, belki denizi hatırlatan masmavi bir gök, ya da insan kanı kırmızısından bir kutu. hiçbir şey, her şeyin yerine koyabileceğin kadar canlı değilken; düşen koluna, eriyen gözlerine, dumana karışan dizlerine ikame yoktur. fark açılır da açılır.

sonra neden bu ülkede atletizm gelişmiyor.

18.9.14

madrigal






dünyayı, aslını kaybetmişken dengede tutmak zor. her şey sonsuz bir yitimden elde kalansa şayet, ağzında tuttukların dişlerini pişiriyor, ve dilini yakıyor, ve defalarca midene giden yolu göğsünün altından başlayan derin bir şerit gibi dışarıdan görebiliyorsun.

zaman bazen sanki gökyüzünden gönülsüzce düşüyormuş gibi geçiyor.

madrigal.

sesin, daha nefesken bazen ciğerlerinde patlar ya.

o.

28.8.14

bi şey vardı daha dur

"tavanı tutun. tavanı tutun!"

***

kim uyandırdı bilmiyorum.

uyandığım ilk anda sahip olduğum tek düşünce, içimde dolaşan saklı kanın dolaştığı yoldu. hissedilebiliyordu. eminim. "tohum, uyan!" diyen kişinin kimliğinden bile habersizken, en ucundaki cam parçasının yırttığı damarların ulaştığı yerden, söyleyebilirdim tam da aktığı yeri. o an bi şey oldu, bi şey oldu, ayağım mı uyuştu nedir, çalar saati durdurdum da duyabildim.

her defasında gözüm kapalı yürüdüğüm yatak odası-koridor-tuvalet güzergahından oldukça akıcı bir şekilde geçip giderken, bir fil ağırlığındaki sağ bacağımı, tıpkı bir a4 kağıt kadar narin kaldırıyor, resimleri ezberlenmiş bir 10. cilt gelişim hatchette kadar savruk bir şekilde indiriyordum. çalar saatin tekrar çalıp çalıp susmadığını yolculuğumun son anlarına kadar deneyimlemiştim. klozetin sol yanı, kalbin olduğu, fakirce bir örümceğin yeni tatil çadırı olmuştu. klozetin içindeki su kurumuş, ve sepyadan hallice, doğanın en yaman sarı-kahverengisine dönüktü. ah resmetmeliydim.

mutfağa doğru, oldukça çetin bir tırmanış için bismillah çektim. tüpü açtım. kibrit bulup tüpü yakma fikrinden beni cayıran, küçük bir çaydanlık olmuştu. gayet kendi yolunda ilerleyen, tasasız ve burnu havada çaydanlık, tüm eğlencesini kaçıracak ufak ayrıntıdan bihaber, paytak paytak rafta bir ileri bir geri volta atıyordu. yanına sırnaştım. beni görünce, ustaca ölü taklidi yapmaya başlasa da, ayakta ölen tek şeyin ağaçlar olduğunu bilmediğini ben biliyordum. ama o benim bunu bildiğimi bilmiyordu. aşırı aptal şeyler arasında yaşayıp da, aptallıklarının farkında olmamalarını izlemek, beni hep eğlendirse de, çaydanlığın bu tavrı, beni inanılmaz irrite etmişti desem, sanırım biraz doğru söylemiş olabilirim. hal ve hareketlerine çeki düzen verene kadar onunla görüşmek istemediğimi, eğer fevri mizacını değiştirmezse, onun yerine bundan sonra nihale ile tost yapacağımı onurluca deklare ettim. ve ziyaretimi sinsice sonlandırdım. ben çıkarken hala hareketsizdi. ya gerçekten çok aptaldı, ya da ben ona en başta güvenmekle hata etmiştim.

bir kaç tereddüt sonrasında, kan çoktan ayağımdan yol alıp gitmişken, sallanan başımı omuzlarımın üzerine sabitleyip odaya geri dönüş yoluna başlama kararını almıştım. çetin, ama oldukça doyurucu bir yolculuğun arefesinde, bazen telaşlı, çoğu kez müthiş bir sükunetin pençesindeki anılarımı tek tek hatırlıyordum. sanki bir aydınlanıştı, tuvalete son bir bakış hediye edip, ışığını dışarıdan kapattım. binlerce mahlukatın curcuna ve şakırtılarını, kapıyı kapatmamla içeriye hapsettim. düşen kutlama pankartlarının sesini bile duyduğumdan eminim, gibi.

yolculuk boyunca hiç durmadım. yalnız seyahatlerimde hep bir burukluk da taşırım çantamda. mola yerlerinde lazım olur. bu kez hiç burukluğum olmadığından, kendimi yetim hissedeceğim dinlenme tesislerinde etrafımdakilere hoşça vakit ve sınırsı güldürü sunmak istemedim. birkaç düşüm tehlikesi atlatsam da, nihayetinde surların ardından doğan güneşin ayaklarıma vuran gölgesinden tanıdım yatağımı. tıpkı bir titan, tıpkı bir sivri cisim.

uyandığımdan beri geçen asırlar boyunca insanoğlu düşer ve kalkar biçimlerde hayatlarına sımsıkı sarılmışlar ve tüm bu mücadelelerinde yanlarında olan irili ufaklı tanrıların isimlerini bir bir haykırmışlardı. çoğunun adını duymuşluğunu vardı ve kimisini görsem hatırlardım.

birtakım tırıvırıların neticesinde el çantama doğru mükemmel bir atlayışla ulaşıyordum nihayet. hayatı slo-mo yaşarken, sanki her saniye etrafımda flaşlar patlıyor ve bir sürü insan bu fenomene bilfiil katılıyorlardı. pat, pat, pat! her taraf bembeyaz olmuştu. ışıklar içinde uçuyordum. fezanın dışına çıkabilecek enerjiye sahipken, mütevazılıktan kırılıyor, yüzümdeki ketum bakışı bir an olsun yere fırlatmıyordum. ah ne kadar da destansı bir yaratıktı o.

çantamı o kadar çalışılmışbir şekilde açtım ki, yanımda olsanız, çantanın benim olduğuna inanırdınız. koyu kahverengi, ajan parlaklığında ve yılan çevikliğindeydi. önce kulbundan derin bir pençe darbesi yedi, fakat hemen darbenin geldiği tarafa doğru sert bir salvoyla dönüp atağı savuşturmuştu. gözleri şaşkınlık ve kromatik bir parlaklıkla faldır faldır açılmış ve gözyaşlarını çizgili eldivenleriyle silmeye çalışıyordu. hızlıydı. ancak oynadığım akıl oyununu çözebilecek zekaya sahip değildi. kullanmadığım diğer elimin pençesiyle diğer kısmından, aynı anda, vücuduna güdümlediğim savuruşun şokuyla ağzı açık kalmıştı. dilimi usulca içeri soktum. hayatım boyunca biriktirdiğim, sevdiğim ve nefret ettiğim herkesten gizlediğim, öncesiz ve sonrasız, bazen, kendimin bile yitip gittiklerinden korktuğum, tüm küfürleri kenetlediğim dudaklarımın arasından, bir 1,5 litrelik bitik su şaşalını şişirmek için tazyiklediğim kuvvetli bir basınçla içine haykırdım. bir kaç parmak genişlediğine yemin ederim.

akıttığım ter ve terlettiğim alnım oldukça iyi anlaşıyorlardı. sigaraya uzandım. iki fırt aldım. yaktığımı düşünmüyordum, ama odaya dolan zifirin tadından aslında mükemmel yaktığımın farkına vardım. sigarayı ağzımdan çektim, nefret edercesine kültablasına yatırdım. kafasını, tıpkı bir fransız idamlığı gibi zararlı kısmı içeride kalacak şekilde, kıbleye doğru çevirmiştim. yatağa yaslandım. çanta, kendini kandırılmış ve kullanılmış hissediyordu. sigaraya dönünce çok acı bir gerçeğin soğuk duvarına kafa atıyor bulmuştum kendimi. sigara yanmıyordu. o zaman ağzımdaki bu yosun tadı da neydi?

pantolonumu 2. telli viyadüğün arasından görebiliyordum. sandalyeden özür diledim, ve tıpkı bir ingiliz leydisi kıvraklığıyla sağ elimi pantolonun sol cebine soktum. ilkinde bulmuştum ve kibrit kafese tıkılmış bir makak gibi küfrediyordu.

kafesi, kibrit kutusunu açtım. elime bir kaç adet kibrit çöpünü, makakın ayıp yerleriymişçesine parmak uçlarımla tuttum. seni çalı çırpıya sürtücem makak pipileri diyerek sarkastik takıldım. sonra kibrit yandı. sonra hava yandı. sonra bi şey oldu, o an bi şey oldu. oda patladı! oda resmen patladı inanabiliyor musun?!

***

sonra işte, çaydanlık, örümceğin evi sahiplenmesiyle onun oyuncağı olmasını kabul etmiş biliyo musun, bunları öğrendim hep. o demiş ki, ölürse o, ev benim olur, mutfak senin. sonra demiş, mutfakta öldürelim, mutfakta öldürelim. ama öldürememişler o gün. sonra gazı açtım ya, örümcek demiş, öldürelim, yakalım öyle öldürelim.

sonra patladı oda işte.

11.5.14

Heba

Merhaba Polat, Uzun zaman olmuştu. Çok uzun. Kelimelerin değişti, kurduğun cümleler farklılaştı. Ama her zamanki müstehakların ve hebaların içerisindesin. Kendini rahatlatmaya çalışıyorsun. Olmuyor. Çok üzücü bir haberim var, olmayacak. Rahatlatamayacaksın. Onlarca senedir rahatlatamadın kendini. 5 senelik bir uykudan uyandın artık.

Merhaba Polat, sana bu mektubu cehenneminden yazıyoruz. Kendinden. 1000 yıldır yandığın ateş çukurundan, güvendiğin dağlardan yazıyoruz. Baban ve annenle beraber, "o"nunla birlikte. Yol kenarından, yanıldığın tüm başarılarınla yazıyoruz. Özür dilediğin tüm insanlarla beraber, seninle birlikte yazıyoruz polat. Bu sefer birleştik. Birleştik ve yardım etmek istiyoruz. Bu sefer çok farklı biliyoruz, akli melekelerde teşevvüş için şüphe ediyorsun, görüyoruz. Onlar sadece o zannediyor, anlatamıyorsun farkındayız. Ama sorun sadece o değil biliyoruz. Gökyüzü neden gri bilmiyorlar, bilmedikleri için onları suçlayamazsın.

Korkma. Bir faydası olmayacak. Sen korktukça bir şey değişmeyecek. Belki bu satırlarla da rahatlayamayacaksın.

Çok uzun zaman olmuştu polat. Çok uzun. Kelimelerin değişmeden önce, kurduğun cümleler farklılaşmadan önce böyle rahatlayabiliyordun. Binlerce tepe gezdin, inmediğin çukur kalmadı yine buralara geldin. Geldin diye buradayız.

İlk öldüğün zaman çok zordu. Herkes için. Görmedin. Ağıtlar yakıldı cenazende. Aradan aylar geçti, birkaç fotoğrafta annenin gözyaşında yaşadın sadece. Aradan yıllar geçti, ikinci ölümün geldi arkasından. Yas tutuldu, helvalar dağıtıldı. Alışılagelmiş beyanatlar sunuldu. Sözler söylendi. Bir ergenin kendi cenazesi hayalinden farksızdı herşey. Oysa "bu yaşa getirdin beni" diyordun sen kendince. Bu yaşa getirdin beni, gençtim. Almadın canımı.*

Merhaba Polat. Ziyan etme artık.

Biliyoruz. O bağı hissedebiliyorsun, o bağın ne kadar güçlü olduğunu görebiliyorsun. İnsanlar sana inanmasa da dünyada çoğu insanın vakıf olamadığı o bağa vakıf olduğunun farkındasın. Anlatamıyorsun. Bildiğin ve bildiğimiz çok net bir şey var. Bu böyle olmamalı. Bu sefer olumlu sonuçlanmalı. Bu son şansın evet. Evet daha sonra bir şey olmayacak çünkü kendini tanıyorsun. Daha sonra bu büyük buhranı büyük bir küsme alacak yine akli melekelerde sıkıntı olacak. Ama olmuyor. Anlatamıyorsun bile.

Merhaba Polat, yaşamaya çalış. Korkma, korktuğun zaman bir şey değişmeyecek. Yine anlatamadın, boş satırlarını defalarca okudun.


* Münacaat - İsmet Özel


3.8.13

kurban bayrami kana bulandi

gözetiliyorum ben.

korunuyorum.

hayat, sandığımdan daha komplike belki. hani saldım diyordum ya, uzuuun tentacle'lar ağzımdan içeri girip küçük dilimden geri çekiyorlar beni.

ölsem, yeniden doğar ölürüm ben. her gece yeniden ölsem, her sabah yeniden doğsam ya.

***

dün rüya gördüm. saatlerce. her anında kalbim attı. tek bir noktayı dahi temiz bırakmadım. kapkara. sabah uyandım.

***

ben unutmak istemiyorum.

19.7.13

gokyuzu turuncu bir mandalina gibiydi

soluk soluğa düşünürken, rüzgar kafasının ardına doğru çakıl taşlarını boca etmeye henüz başlamıştı.

BÖCEKLER, BÖCEKLER, BİNLERCE KANATLI, ANTENLİ, GÖZGÖZ GÖZLERİ, BÖCEKLER. KAFAMI ÇEVİRDİĞİMCE ÇOK, BELLİ BELİRSİZ AMA YEŞİLLER BİLİYORUM, IŞIĞI KIRIYOR BÖCEKLER. BİNLERCE TAYF, ASLA HİÇBİRİNİ PALETTE GÖSTEREMEYECEĞİM KADAR SİLİK, AKLIMDAN ÇIKMAYACAK KADAR SICAK. BÖCEKLER. ODAM BÖCEK DOLU, VE BEN KAPIMI BİLE GÖREMİYORUM.

titrerken her satır, kimseler gitmemişken daha, dipten gelen o neşeli homurtulara kulak verseymiş keşke. yankılanıyor çünkü. el istemese de kulağın kepçesine eliyle destek oluyor. akıl defterinden yırttığı kağıtla külah yapıyor, sarmal sarmal, dede duyargacımız hazır. hazır. gözleri kapalıyken parmak uçları yumuşacık, hissedilir bir şey bu. hisset. her bir kıvrımın sıcaklığı farklı, kiminin üzerinde beze beze tomurcuklar var. granüllü, pürüzlü. duvara doğru parmak uçlarını ittirebildiğince ittir, duvar kırılmıyor evet, parmakların bükülüyor. bu duvarların bir deliği olmalı. KAPI!

KAPILARIN YERLERİNİ GÖZLERİM KAPALIYKEN HATIRLIYORUM. ODAMIN HER SANTİMİNİ EZBERLEDİM. GÖZLERİMİ AÇIYORUM EL YORDAMIYLA. YIRTILIYOR GÖZ KAPAKLARIM. SADECE NEFES ALSIN İSTEMİŞTİM. BÖCEKLER, MİLYONLARCA PENÇELİ, KANCALI, İĞNELİ YEŞİL BÖCEK. ZEHİRLERİNİN İÇİNDE YÜZÜYORLAR. PENCEREDEKİ SİNEKLİK DELİK DEŞİK, DIŞARI ÇIKAMIYORUM.

asla umarsızca isteme. kendini tanı, kendini koru, kendini yücelt. hiçbir tanrı kendisine objektif bakamamıştır. hep haklıca namütavazi ol, kıvrıldıkça büyü, yukarı doğru, spiral. içine alabildiklerini gördükçe şaşıracaksın, şaşırma. hiçbir tanrı için sürpriz yoktur. duy ki, bil ki, senin sesinin yankısı, benim eğittiğim dikit cümlelerle kaftanını biçimleyecek. başın dik, göğsün dolu olsun. kendini kilitle.

içini boğamayacaksın, senin sayende nefes almıyor, sana bağlı değil, bağımlı hiç değil. topuğundan tuttuğun sakat kardeşin, ya da yere düşmüş battaniyen değil. kıskanabileceğin, sevebileceğin, nefret edebileceğin bir şey değil o. her hücreni paylaştığın da olsa, ne senin herhangi bir şeyin, ne de senin ardında.

nefes al.
kapını kilitle.
dışarıda bir bok yok. 

herkes aynı, herkes aynı bok. kimseler, onu çözmüş, eğitmiş, kabul etmiş, defetmiş ya da yoksayabilmiş değil. kimi kölesi, kimiyse orospuçocukluğunun iplerini seve seve vermiş eline.

AMA BÖCEKLER.

böceklerin amına koyayım.

YEŞİL.

sus.

3.7.13

tornado kapagi acikken iceri tuzlu su girmesi

bir insan. kocaman bir dünyası var. böyle içinde binlerce şey, binlerce. hani yok yok. hani aklına gelebilecek en deli kitabı düşün, kütüphanesinde o var. kedili, sonra efendime söyleyeyim, devyarasa ağaçları var bahçesinde, oyuncaklarla dolu, insanlar var. bir sürü kızlı erkekli. izlediği filmler var, okudukları, yazdıkları. görüp geçirdiği binlerce olay, doğmuş bu, yaşıyor yenilerini ekliyor. ucunu kırdığı kalemler var, yitirdikleri ve de. istediği bambaşka bir hayat da olabilir, mümkün.

tanıyorsun sen bu insanı.

"la o kızlı erkekli insanların biri de benim" diyorsun. "o ufak boylu. hah işte, burnu büyük, sol gözü kusurlu. kambur yürür, işte o benim"

farkediyorsun ki, çorap satan adam da seninle aynı sahnede arkada sabit durmuş.

sen bu insandan, el istemişsin bi de. ya da "ulan boş ver herşeyi, vardım lan işte ben orda. el mi sallayalım illa?"

sonra bi uyandım, yatak sırılsıklam insan olmuş. saat 2, fazla uzaklaşmış olamam, daha uyuyup, kendim için para kazanıcam. çünkü hiçbir kaçış, kendi kendini finanse etmez.

kaçarken bi yere de varılmıyor. evden işe, işten eve kaçışlar beni yordu. bi keresinde işten eve gelirken polis durdurdu, kimliğimi istedi. nereden dedi, işten dedim. nereye dedi, eve dedim. mobese'den izleyecez, yalan söylüyosan dedi. taam dedim.

gece uyuyucam. sonra uyanmıycam.

sikmişim herkesi. bunu ne zaman yaptım haberim yok.

ama gereken bu, attım hafızaya. gerekeni de yaparız.

hepinize lanet olsun.

20.5.13

5. günesin altin cagi

          -  rüya zaten, aynı nefese tekrar denk gelmek için yeniden uyanmak değil miydi?

***

bitiğin düşen son kül tutamı hep dağıldı, hep dağıldı.

"umduğunu aradığın saklambaçın ebesi kayıp. oğlum, aynaya baksana biraz, sabah kalktığında eksikliklerini kontrol etsen ya teker teker.  oğluşum, bak, nice defadır, belki de yüzbinkez, çokça ışık yılı ötede titreşen cılız ışık buketinden umduğun medet, alnında yara açmış; kolunu kıran saatler, tek tek eskiye dönüyor. umma, tüm umduklarını kendin siliyorsun ne olduklarını hatırlayamadan. sessiz ol oğlum. dingince feda ettiklerin, sandığın gibi elinin tersiyle araladığın kapıların ötesinde gizli. tek tek açılmasını bekledikçe, öfken dirayetini ezecek ilkin, sonra sözlerin asfalta yapışmış sakız gibi sünecek. anlattıkça kendinle çelişeceksin. her cümlen, her söylediğin aslının çeperini kalınlaştıracak. nefes alamayan kuşlar ölür oğlum. havanın kucağında uçmalarını bekleme. umma sen. sen umunca bokunu çıkartıyorsun.

"kimsenin elinin ardında yemyeşil otlar bitmiyor, kendim gördüm. en karasını da yuttum toprağın, en hırpanî sevgisini de tattım. anasının meyvesi; daldan uzaklaştıkça dikleşiyor yapraklar, filizler. en diri tohumlar, en uzağa düşüyor. sadece ilerleyen, belki koşan notaların porte sonunda boşluğa düşmesi gibi, fısıldaşıyorlar her biri. her birinin paraşüt dermanı aradıkları, yırtıyor havayı çentik çentik. satırlar gübre doluyor. sen sus oğlum. uzağa düştükçe daha da uzaklaş. acı, her daim üzerini eşeledikçe yeşerir. yepyeni ormanların olur kapkara kabuğun üzerinde, içlerinde hayvanlar, içlerinde tebeşir beyazı hayaletler. hayaletlerden korkma oğlum. bana bakamıyorsan, kendini de görme. sök gözlerini, çukurlarına hayvanlar tünesin. en derin çukurun, kalbinin içine sızan hava kadar temiz ancak. is kokusu, asla gitmiyor.

"beyaz, her şeyin özünü kapatan kefen değil midir? topraktan neyi sakınabilrsin oğlum? ağzını kapattığında yok olup gidebilir misin umduğunca? umduğuna söz geçirebilir misin, cevap ver oğlum? sence kim salmış ayaklarını antrasitin ta dibine kadar? kimin kime sözü geçmiş, gidebilmek imkanlar dahilindeyken? oğlum, gidebiliyorsan, ayaklarının amacı var demektir. sarıl, sarın ona. kafanın içinde insan dövüştürdükçe sen, kaçışan anıların olacak. bunu bil. kimseye sus diyemezsin, bilirsin. susan, ölür. giden, ölür. ne mezarlar var, her bir yitmişin yirmi bin fersah arsasında. çocukların top kovaladığı, babalarının uçurtma kovaladığı, annelerinin gelecek kovaladığı bu arsalarda, kaçı koşarken mezar taşlarına takılmıştır, düşündün mü hiç? düşünme evladım. kanın aktıkça, üzerinden her geçişinde "bismillah" dediğin mezarların olacak. terk ettiğin, parça parça unuttuğun, sesini yitirdiğin, gözlerini yitirdiğin, dokunuşunu yitirdiğin kaç ceset taşıyacaksın kim bilir."

***
-  bak aslında, ben hiç kaymamıştım boşluktan aşağıya. hani rüzgar severken tenimi, hiç düşmeyecekmiş gibiydim. ki en çok da bu hiç düşümeyecekmiş gibi'likten, zemindeki kemikleri bile farketmedim. her yer kuru dal parçası. biraz da izmarit.

pazartesi - ben bugün kendimi gördüm, kendimi çizdim. etrafımdakileri silerken, hep dışımdan aldım kavisi, kalın fırçalarla bembeyaz bir karaltı çizdim. onlar yittikçe, içimde kalakaldım. günler bir de bundan zayıf geçiyor. saatler hep takıla düşe ilerliyor. kan kalkınca topraktan, gazi madalyası takacaklar her birine.
salı - ben bugün kimseyi sevmedim. en başta hiçlerin yokluğuyla içimi ılıttım. pamuklarla doldurulmuş, hep taştan doğurulmuş insanlar tanıdım. döndükçe dövüldü zaman, dövüldükçe dünlerdeki her kırıntı etrafa saçıldı. aslında her saat başı nerede olduğunu hatırlamalı insan. en sonuncusundan bu yana çok nefes öldü.
çarşamba - ben bugün tanrıyı tarttım. iki elimle yokladım. en çok da sinirimi okşamışım bu toparlak yanaklarla. bu kirli gözlerle sanat avlamışım. varlığımdan ağır değildi hiç de. ikimiz bir taşı kaldırsak, onun üzerine yıkılırdı şüphesiz. altında kalırdı her ağırlığın, her hasta onun, her fakir onun, her sakat onun, her ceset onun.
perşembe - ben bugün dünyayı dolaştırdım. izin verdiğim her fikrin sokak sokak grileri boyamasını izledim. çocuk gibi, şemsiyeden kılıç kuşandım, leğenden miğfer yaptım, her grinin bir gölgesi vardır ya, gölgelerin gücü adına taş kovaladım. koştum, koştuk. dünyalarca yol koştuktan sonra, yemyeşil dünyanın keyfine vardım. 
cuma - ben bugün uyudum. düştüm. 
cumartesi - ben bugün nefesleri hatırladım. hırıltıları duydum tekrar. parça parça yitip giden her nefesin tıslarını yakalamaya çalıştım. nefesler tutulmuyor. ancak izin verirsen, sen içindeki havayı saldığında partiküllerini tanımaya başlıyorsun. havada nefeslerin kokusu varç
pazar - ben bugün sadece uyumak istedim. saatlerce, günlerce, her dakikasını kontrol edebildiğim efsaneler yaşamak niyetiyle girdim yatağa, sakin hırıltılarla uyudum. duyabildiğim tüm burun çekişleri ciğerlerime hapsetmeye çalıştım. başka niyetim yoktu. duyabilmek istedim. verilen nefesleri içime çekmek, geçmişin her türlü lanet gölgesini ehlileştirerek, kendimi dinginleştirmeyi umdum.

umma, isteme, dileme, çalışma, düşünme, bekleme, sus.

"şimdi uyu oğlum. ben konuştukça kaybettiğin dakikaları sana veren olmayacak, bilirsin. her zaman korunmaz çocuk, her zaman taytaylayamazsın deli gibi koşması gerekirken. ne ömrüm yetti ne de seninki yetecek. doğduk, yeşerdik, öldük, griye dönüyoruz. her limanın bir köpeği var. bekle sakince. perdeler kalktığı zaman, hiçe uyandığında, uyuduğun son düşü hatırlamayacaksın bile. üzerine basacaklar, sana takılıp düşecek çocuklar, babalar, anneler. dallarında yeni model kuşlar uçacak. sigaranı söndür usulca. uyu. uyu oğlum. uyanık kaldığında bir bok değişmiyor. insanlar hareketsiz kalmaz sen bakmayınca. zaman donmaz."

paketi buruşturup atarken vedalaşsaydım her biriyle, çok da boş geçmemiş olacaktı zamanım. bembeyaza boyamıyor muyuz her şeyin özünü? kül hep dağılır. külü toplar, çöpe dökersin. tekrar sarmazsın defalarca içebilmek için. içine akan zehir, işini halletmiştir, yitip ciğerinden parçalarla defnedilir. 

o lanet olası kül, hep dağılır. asla yakalayamazsın nefesi. başka bir şekilde kokusunu duyarsın, uçan uçaktır, yüzen gemidir, kıvrılan yollardır her es geçen nefes. dağılır, gidersin.

iyi geceler. yarın pazartesi, tırnaklarımı keseceğim.

10.8.12

STFU

dur!
tam orada ruhunu teslim et, akbilin bitsin, telefonu dün akşam tek çubuktayken şarja takmayı unutmuş ol, kredi kartını diğer çantanda unut, son anda niyetli olduğunu hatırla, tansiyonun düşsün, kalbin dursun.
tam orda dur lütfen.
kimin ne olduğuyla alakalı olan sorunlarımı, anlayamadığım herkese sordum. bir takım cevaplar verdiler, kısmi tatmin oldum, belki biraz neşelensinler diye rol yaptım emin değilim.
şimdi biri dedi ki, “abi ben gerçeğin izini arıyorum. benim için hayat sadece güzele erişirken, nefsimin kontrolden çıkmasını engellemek.”
“abi,” dedim, “nefs ney?”
dedi ki, “abi işte şey oluyor. bir şeyi istiyorum, ama aslında yanlış onu istemem, elde etmem. o şey nefs.”
dedim ki, “neden istiyorsun peki?”
dedi ki, “şeytan abi, o kulağıma fısıldıyor.”
dedim ki, “dur, orada dur. neden istiyorsun. buna neden ihtiyacın  var. ihtiyacın var mı gerçekten, yoksa sadece o öyle istiyor diye mi arzuluyorsun?”
dedi ki, “abi ben zaten gerçeğin izini arıyorum. benim için gerçek, istemediklerimdir.”
dedim ki, “realizminin gözünü öpeyim. sen çok şeker bir şeysin.”
dedi ki, “sağol.”
diğer birine dedim ki, “sen aslında iki ayaklı, gözleri ve kulaklarınca kaydedip, ellerince ifade eden ve ayaklarınca anlayabilen bir insansın değil mi? gidemezsen, dinleyemezsin. çünkü duymak istediklerin asla yanında olmazlar. yanındakiler, duymak istemediklerini bağıran insanlarla doludur. o kadar kalabalıklardır ki, sana istediklerini söyleyebilecek olanlar, zaten gönülsüzler, o insan duvarını aşmak için şimdilerinden feragat etmezler.”
dedi ki, “ya hocam. koşarken ayağım tökezliyor gibi oluyor, elimi defalarca pedal çevirir gibi havaya vuruyorum, birden dimdik durduğumu farkediyorum. yorulduğumu farkettiğimde, saate bi bakıyorum, ohoo çoktan saat 4 olmuş. biliyorsun, 4’ten sonra koşulmaz. metabolizmanın öz hızının….”
orda kaçmaya başladım.
kendime rastladığımda, geride bıraktığım bir sürü insan gölgesinin hiçbirinin ayağıma dokunmamış olduğu gerçeği, yalnız yatağım ve düş seanslarım arasındaki zaman farkının sesini duymama sebep oldu. kendim ordaydım. ayaktaydım bildiğin. ama sanki uçuyormuş gibi. öyle bir yer var. biliyorum. düşünü gördüm önceden. ama orada olmam imkansız.
fabrikalarda, renk üretilmiyor çünkü.
ya da dakikalar, zamanlar; belki yeşil belki uzak.
sonra uyanmışım. kalbim kurduğum gibi atıyor. vurduğu ölüyor.
zaman sarıdan hakiye çalmış bile. ve oradaki hareket, sanki az sonra başlayacakmış da, super slo-mo’da normalden 1000 kat yavaşmışçasına izliyormuşum gibi. ivme eksi yönde başlar. geriliiiir, geriliiiiir. ve atış!
kırmızı.
dur!
önünden geçen her bir yaya, yokluğun ve hiçliğin timsalidir. her birey, bitebildiği an ölür ve öldüğü an koşman gerekir. “beni bırakın, siz devam edin.” taktiği vietnam’da denendi ve başarısız oldu. o yüzden denemeyin. başarısız olun yine. ben oldum. günaydın.
dur. devam edersen sıradaki şarkıyı duyamayacaksın.

27.7.12

hipnotik bir kaç zeytin

dünyayı, özenle seçilmiş notalarla uyutabilmek mümkün müdür? yok çok da hayalci değil, benim dışımda biri için bile değil.

başa dönelim.

bir iş yaparken sıkıldığında ne yapıyorsun? düşündükten sonra önüne birden fazla seçenek çıkıyor:
  • kaç: işten yırtarsın, fakat söz konusu iş ile ilişkin seni sorumlu kılan, senden beklentisi olan, işin olmaması halinde başka bir işi sekteye uğrayacak olan kişi ya da toplum tarafından şutingen. ama işten yırtarsın hacı. sonrasının garantisi ben değilim.
  • işi bitir: o iş senin ağzını burnunu kanırtsa da, attığın her adım, çizdiğin her zürafa, seni nihai rahatlığa eriştirecek olan vesaitlerdir bebyim. sonumuz felah, SONUMUZ ÖZGÜRLÜK. oh evet özgürlük. nah özgürlük. neyse
  • işi yapar gibi görün kaç: aka merhaba ben türküm. işte işi yapsam x miktar efor sarfediyorum. ama o kadar malım ki, x+1 efor sarfederek işten kaçıyorungen. ama beni çalışıyor biliyorlar. hem de kaçıyorum. aklınızı pasif agresif seveyim.
  • kaçar gibi görünüp yap: ortalama bir amarigan dizisinin anti hero'suyum ben. neden iyi görüneyim. alttan alttan yetiştiririm projeyi, salarım kobrayı. ama kötüyüm ben. tuvaletten sonra ellerimi yıkamıyorum yıh yıh.
bu dünyanın uyuması lazım. kaçacak. başka çaresi kalmadı çünkü. farkında olanlarınız elbet vardır. ama görüyorum ki, hala çoğunuz dünyanın etkisiyle, bunun farkında dahi değilsiniz. sizin için her yer trabzon, ramazan da zor ama allah yardım ediyor, esed tam bir orospuçocuğu ama tatilde iyi muhabbeti var, ttnet'e kafam girsin.

geçen, bir kadın, ölmüş. hiç ilginç değil. geçen bir kadın, akli dengesi çoktan siyavuşpaşa, tuvalette ölmüş. o ne drama.
geçen, üç tane kız, diğer bir kızın ağzını yüzünü dağıtıyorlarken videoya çekmişler, nasıl bir zekai numunelerse. kafasını yerlere vurmuşlar. ov kan, vahşet.

medyanın da, işlerin tamamını suyun akışına göre şöbelet etmelerine de çok olumlu bakıyorum. teorimi güçlendiriyorlar: dünya uyumalı. çok gergin hafız. nasıl bir stres var belli değil. sokaktan geçene küfürler mi dersin, anne baba kesenler mi...

peki neden müzik?

bende işe yarıyor. bilmiyorum dünyanın hangi kasabasındanım bilmiyorum ama, bu tarafın havaları notayla inceliyor, alnımın üzerinde kırılıyor boylu boyunca. çok insan öldüresim geldi, ama bu mucizevi yöntem sayesinde hiç öldürmedim. neden öldüreyim? o öldürmek istediğim prototipin numuneleri, her gün kendilerini öldürüyorlar. hücreleri kanserli, intihar ediyorlar manyak gibi.

ama yetmiyor işte. toptan soykırım lazım. kendi kafama sıkmam lazım komple temizlik için. maynard'ın annesinin tazyikle su boşaltması lazım tüm dünyaya. sonra gelsin mintaks temizliği, gitsin abece farkı.

insanların içinde o kadar aşikar bir şiddet büyüyor ki, o şımarık sümüklü çocuk bir çöpçü staff'ında hayat buluyor, kafasına yiyor crit'i yine de kaçarken anneeaaea diye bağırıyor. mallığa bak. sonra anne öldürülüyor, anneler çocuklarını, bağcılar gibi istanbulun elitizminin köşebaşı çöp kutularında demlendiği mekanlarda, sokakların ortasında yere düşürüyor. direkt rahimden. kusursuz doğum. ellerini bile yıkamıyorlar videodan görebildiğim kadarıyla. sonra hop ver elini kürtaja hayır mitingine. am bekçileri.

dili sürçen günlük hayat bakanları birbirlerine dis atarcasına atarlı atarlı geyik çeviriyorlar. biri anında tornistan, harç kaldırıyor, enflasyon indiriyor. bir diğeri sosyal demokratım ayağına suriye'ye canlı füze gönderiyor, ne kadar saçma oldu lan bu.

arakan katliamı varmış geçenlerde. insanlar "ben budistim sen müslümansın, yok hayır ben reenkarne olup cennetteki nurilerin reyisi olacağım sen ölsene lan" diye birbirlerinin kanlarını akıtıyorlarmış. haberlerde duydum. dün başladı galiba. bir anda.

adamın teki batman (yazıldığı gibi oku) galasını basmış maskeyle. tatatatat vurmuş herkesi. herkes viral sanmış. böyle reklam mı olurmuş. o kadar malsınız ki, hepinizi bir depoya tıkıp envanter sayımı yapsam, çıkan fazlayla çindeki her bir insanın sıkıldığında dövebileceği tatlış şekercikler piyasasına yüklü miktarda arz yapmış olurum. ama yuan hala geçerli bir para birimi değil. türk lirası daha güçlü. TL! tıpkı euro gibi. ama türk. lira. para çok saçma lan.

dünya! tüm bu şartlar içerisinde, ya kaç, ya işi bitir, ya yapar gibi yapıp kaç, ya da kaçar gibi yapıpı işi bitir. ama bir şey yap. yapamıyorsun işte.

uyu. bi gün dönmeyiver. hem rüya görürsün. eskilerden bir kaç hiçlik anımsarsın belki. çekirdeğin kabuğunu yakıyordur falan. güneş çok yakındır sana. ay henüz böğründen kopmamıştır ha?
uyu. bi gün dönmeyiver. o salıncak etkisini yaşat bana, olmaz mı? böyle kilometrelerce hızla kapıya duvara kafa ve göz dalalım. biz de uyuruz.
uyu kodumun dünyası.

şunu dinle. uyu. uyanma lanet olsun.



ps: yazıdan ne kadar da hissiz bir orospuçocuğu olduğum çıkarımını yapacak populist eflatunlara şöyle de bir şey söylemek istiyorum: uyursanız, kaçışınız daha emsalsiz olur. hem gözünü kapatıyorsun, hem müzik dinliyorsun. bundan iyisi şamdak ayısı. en kaliteli ayı o.

6.7.12

buyumenin amina koyim

hayata karşı edilebilecek en büyük küfrün sebebi sanırım.

büyüyorsun lan, yaşın kaç olursa olsun, saniye saniye büyüyorsun. çocuklukta geride bıraktığın saatler, hep ertesi gün yeniden evden kaçışlar ya da cumartesi uyanmalarıyla teselli ederken, şimdi hiçbir şeyin ne tesellisi var ne telafisi. insanların yapabileceği en büyük orospuçocukluğu mızıkçılıkken o zamanlar, cezası en fazla küsmekken; şimdi sıradan herkes orospuçocuğu ve vasat hareketlerini içimde soğutacak hiçbir ceza yok. kessem pasif agresif fırınımı yelleyemem.

inanıyorsun lan. parmaklarını oynatarak, yeteri kadar konsantre olabilirsen güneşin batmasını engelleyebilirsin. zaman eğilip bükülebilen bir şey, ki çabucak geçmesi en büyük kanıtı. ben pavır rencırstım. siyah olan. tam 1 yıl keklediler beni okulda. avatarımı aradım deli gibi. yine de, bir yıl sonra tufaya geldiğimi öğrendiğimde, bütün sınıf amını götünü yardırarak güldüğünde; şimdiki gibi, günlük insan götlüklerine üzüldüğüm kadar, kırıldığım kadar etkilemedi beni. kümülatif sikiliyoruz artık çünkü. zaman aşama aşama sikiyor. dibine kadar entropi, içten çürütüyor insanlığa dair herbir umudu.

büyüyoruz lanet olsun. sikimde değilsiniz aslında, büyüyorum lan. sakallarım uzuyor, nefesim daha güçsüz daha sık. yavaş yavaş misketleri, tasoları, yerden yükseği, dokuz aylığı, barış manço'yu, kerim tekin'i, çaycı temeli, şükrü'nün kızı bilge'yi, minik kuşu, anaokulundaki ilk aşkım irem'i, yavşak emre'yi, her bir boku, lime lime, santim santim unutuyorum. kaç kum tanesi elimin arasından kayıp gitti şimdiye dek, sayamadım ve farkında değilim çoğunun.

şu büyüme işine bi hibernate gelmeli o yüzden. çocuğumu 7 yaşında sabitleyeceğim. büyümesin pezevenk. göremeyeceği, tanık olamayacağı her türlü pisliği, soft masallarla anlatırım fabl fabl.

lanet olsun.

elimde olsa, aynı şeyi babamın neden yapmadığı konusunda gidip hesap sorardım.

siktirsin gitsin büyümek.

dağam.

11.6.12

ezan sesiyle akort

hayat sadece yağmur yağarken anlamlı.

öteki türlü, akordu bozuk piyano tellerinin, sadece onu çalan acemi kulağına geldiği kadar kusursuz.

***

ufakken genelde, küçükken, insanları şu andakinden daha fazla sikinize takarken, etrafınızdaki piçlerden biri, az önce yaptıklarından dolayı, sizin tarafınızdan henüz cezalandırılmışken, büyük otoritelerin yanında, ki anne olur, baba olur, öğretmen olur, mahallenin dayısı olur fark yok, olayı kanıtlayamayacığınız bir şekilde aksettirir de göt gibi kalırsınız ya, suçlu olup ispat edemediğinizden piçin buz gibi içi suratınıza bocalanır, büyükken, yetişkinken, insanlar sizi her saniye o orospuçocuğunun pişkin intikamına maruz bırakabilirler.

***


they tell me you are better off
where you are now
well, i don't care
they tell me that your pain is gone
where you are now
well, you left it here
see, i need to be strong
need to be brave
i need to put faith in something
how could i live on
not hoping we will meet
again?

***

yağmur kokusu, her romantiğin içgüdüsel olarak anlamlı bulduğu, başka hiçbir emsalini kendisiyle bitiştiremediği için ilahi olarak "olm çoğiyi lağn" diye potansiyel manitalarına, ya da alkol buğusuyla aşka gelip sözde en iç, en gizli hazinesini insanlığa açtığı, asfaltın burunlarımıza doğru buharlaşmasıdır aslında.

kimse, yeni kapatılmış bir mezarın üzerine yağan yağmurun kokusunu sevmez. yağmur kokusu... sanki yapay cennetlerimizin misk-i ala'sı. nah alası.

***

a scene in amber - flawed:
and have you ever had that dream
where one you love passes away?
and you wake up crying to a world
where she's long since gone
but you feel the pain
so close
as if she'd died today

***

rüyalarda, ancak ve ancak kötü kokuları anımsayabiliyorum. fiziksel ya da biyolojik geçerliliği nedir bilmesem de, geriye dönüp baktığımda hiç anne kokusu hatırlamıyorum ben. ya da sevgilinin sıcak döşü, ya da kavrulmuş soğan, ya da yumoşun mor şişeli yumuşatıcısı. varsa yoksa bok, leş, çürük soğan ya da yumurta, ya da yağmur kokusu. leşi tercih ederim sanırım. karakteri var en azından.

yağmurun amına koyim.
 


10.6.12

"three rings attached to each other,
keeping the hope of salvation.
each ring has a glory in itself,
and the blackens the damnation.
when the sun is not bright enough,
when darkness binds as lamentation,
the three stars sings a hymn,
light reaches the ultimate confrontation."
***

defalarca dinleyenlerinizden özür...

***

sırtımızın yere ancak taso kavgasında yere geldiği zamanlar... çünkü hiçbir zaman, yerde yatanın canı çıksın oynayabilecek cesareti, çiroz vücudumun hiçbir zerresinden çekip çıkartamadım. ama taso için ölürüm, öldürürüm. dü. o zamanlar.

okul ataköy'de, ev bayrampaşa'da. 8 küsürdeki ilk derse gitmek için, babamla beraber sabahın köründe kalkıp, odanın ışığını yakıp kahvaltı yapıyoruz. yarım gözle üzerimi giyinip, yarım gözle karanlık sabaha çıkıyorum. hava soğuk, kış çünkü.

gökte hala yoğun yıldız.

stadı bilenler için söylüyorum. bayrampaşa çetin emeç stadı'nın kale arkası tribününün üstüne doğru dikkatimi çeken ışık kaynağı, binyıllar öncesinden süzdüğü ışıkla karanlık göğü yırtıyor. üç tanesi en belirgin suretleriyle, nispeten aynı hizada. ağzım açık bakakaldım.

o zaman ve bu zamanlar, rüyamda, gökyüzünü ne zaman görsem, yıldızlar hep aynı hizada olmuştur. çizdikleri şekil ne olursa olsun, dönüp dururlar, kusursuz çemberler, kareler, yıldızlardan yapılmış beş köşeli yıldızlar, göğün haşmetini ve mükemmelliğini rastgelelikten değil de, müthiş bir ahenkten alıyormuş gibilerdir.

o sabah, o karanlık gökte gördüğüm üç yıldız, hala uyanıp uyanmadığımı, bana belki de hayatımda ilk defa sorgulatmıştır.

ve o günden itibaren, o üç yıldız, her gördüğümde beni gülümseten, hiçliğin umuda yorulmasına ön ayak olan, birbirinden fersahlarca uzakta, bağımsız, üç arkadaş olmuşlardır.

***

*** 
şimdi, şu arkadaşı, her ne kadar paint'in engin olanaklarıyla da çizilmiş olsa da, vücudumda taşıyor olmaktan gurur duyuyorum. komik. 

ty ts.

allah hepinizin belasını versin.

2.6.12

dogmadan once burada curumeme izin verin


kendi kendime, her yalnız kaldığımda, kendimi birkaç kelimemden esirgemiyor oluşum, belki de beni bütün akıllı biri olmaktan alıkoyan yegane şey.

her cümleye ya "zaman" diyerek başlıyorum, ya da "hayat". ikisi de, diğer tarafımın anlam bütünlüğünü kuramadığı, hazmedemediğim kavramların en yalın halleri. tek kelimeyle, arkasından gelecek onlarca cümlenin haklarında tek göze dokunur gerçek cismedemeyeceği yalanların içini doldurabilmeye çalışmak, hazımsızlıklarımın en büyüğü. kontrolü elinde olamayan bir oyuncağın bazen seni eğlendirmesi, bazen üzmesi gibi her ikisi de.

zaman... en yükseklerden aşağıdakini kurtarmak için değil de, yukarıdan düşüşü kolaylaştırmak için uzanan, boğumsuz, kopuksuz, kaygan ve sert sicim...
hayat... en yükseklerin hatırasıyla, annenin karnından uyanıp da, yerçekiminin acımasızlığıyla son bulmaları hep erteleyen, konuklu ama hep yalnız. rüzgar ancak bu kadar uzun esebilirdi.

kimseyi sevmeyeceksin. seni hayata bağlayanlar, hep sana lütuflarıyla, salyalarını akıtarak inayetlerinin farkına varmanı isterler.

sonra, ölürler, giderler, kaybolurlar; ya da sen onlar için ölürsün, gidersin, kaybolursun. bunların olabilmesi için sahip oldukları tüm zamanı hiçe sayabilirler, inandıkları tüm kurşun tanrılara bunun için yakarabilirler.

kimseye güvenmeyeceksin. sonunda ölüm olan bir hayatı, asla bozunum dışında bir yoldan ilerlemeyen göreceli zaman dahilinde yaşıyorken, temsili tanrıların icabet etmeye tenezzül dahi etmediği, kimi oyuncuların türlü hilelerle kaleni ele geçirip, hanenin lordu olduğu gerçeği, seni her tecrübe ettiğinde tekrar tekrar şaşırtıyorken, bir daha, ve bir daha, ve bir daha aynı hataya düşmen, sadece iyiye ummaktır.

ve hayır, ummak sana zaman kaybettirir. kendini, kendin öldüreceksin. kimse kurtarmak için gönüllü değil. eğer yoksa birinin senden su isteği, eğer yoksa birinin senden altın isteği, eğer yoksa birinin senden nefes isteği, kafan boşluğa son kez düştüğünde, senin için orada kimse olmayacak. ama isteyeceksin. evet, bir daha isteyeceksin. hatalarımızdan en ufak dersleri alabilseydik eğer, sadece adem ve havva yaşayıp, dünyanın kapısına kilidi vurup, birbirlerini gözlerini oyarak öldürürlerdi.

yapmadılar.

hatalarının felaha kavuşturduğu kayıp kişiler, eğlence tanrılarının çekirdek çitletmeleri olmuştur. en sonunda, nihayet gülen, en başından beri sonsuz bir iç çekiş ve heyecan içinde, ölümlü kayıp kişinin kaybedeceği anı beklerler. kişi ne kadar şanslı olsa bile, son nefesi son gülen vermeyecektir.

***

buradayım.

yarım, belki yanlış, az eksik, biraz şişkin, ama tek parça, yalın, ama buradayım.

hayatta, güvendiğim, ardımı emanet ettiğim, uğruna kendime ait en ufak parçamı dahi hibe ettiğim, zamanımın telafi edilemez tanelerini emanet ettiğim herkese lanet olsun.

hiçbir hatamı hayra çeviremeden, geçmişimde silkelenip de boşluğa uğurladığım her saniyemde, düşündüklerim kaybettiklerimdi. her hatamın hoyratça ciğerlerimde çürümeye terkedilmesine sebep de aynı şeylerdi.

en başında annemin karnında nefesimi tutabilseydim eğer, ya da rahme düştüğümde istenmemiş olsaydım, vazgeçebilmiş olsalardı doğan potansiyel cesetten daha erken, daha hiç olabilirdim.

hayır başbakan.

başka cesetlerin varolmama hakkını, iğrenç ve samimiyetsiz, ama kendine göre hakkani fikirlerinle gaspedemezsin.

pes edene aman vermemek dininizce günah olmalı. oysa siz, pes edememeleri için dillerini kesiyorsunuz.

bunu yapmayın.

8.3.12

Robidi robidi.

olm, opeth'i unuttum lan ben. bildiğin opeth konserini unuttum.

aylar önce, konseri duyduğum zaman, daha 3 ay varken, sevindim. pain of salvation'ın da turnesinde, tam da o noktada bir boşluk vardı hatta, dedim, olm belki onlar da gelir negzel olur. o zamanlar, takvimler 2011'de daha, havalar güzel.

aradan geçen sürede, hep o üç ay varmış gibi, aklımın bir köşesinde konser, ama üç ay sonra falan. dün ekşide gördüm. a dedim, az kaldı. sonra farkettim ki, 6 mart'ın ta kendisi tarih. lanet olsun. lanet olsun. eğer aranızda gidenler varsa, lanet olsun.

***

5.3.12

Hikaye

- Bana bir hikaye anlatsana.

+ Niye?
Hayatın anlattığı yetmiyor mu?

- Hayır. Hayat hiçbir zaman istediğim hikayeyi anlatmıyor. Mutlu sonla bitmiyor hiç hikaye. Ya da hiç bitmiyor. Sonunu dinlemem için ölmem gerekiyor. Ya da üzüntüden ölmem...

+ Sana anlatacağım hikayeyi sevmen için ne gerekiyor bilmiyorum. Küçükken dinlediğin masallar gibi başlasam...
"Bir varmış, bir yokmuş..."
Hayır hayır. Böylesini gerçekçi bulmayacaksın biliyorum. Yeterince iyi değil. Eğer fi tarihinde geçerse hikaye, kendi hikayen yapamayacaksın onu. İçinde yaşadığın zaman çok gerçekçi. Birtakım sayılar var. Sayılar her şeyi daha gerçekçi yapar çünkü.
Geçmişten bir sayı olamaz ama. O zaman her şey için geç kalmış olacak Elise. Evet buymuş karakterin adı. Elise. Gelecekten sayıları da sevmezmiş Elise. O zaman umutla beklermiş hayatı boyunca. Sonra sadece hayalkırıklığı. Hem zaten Elise umut etmeyi ne kadar sürdürebilirmiş ki? Umudun sadece mutluluğa gölge olduğunu biliyormuş. O yüzden hikayesinde hiç umut etmemiş.

Mutlu bir çocukluk geçirmiş Elise. Ama bunun hiçbir önemi olmadığını da biliyormuş. Mühim olanın o içinde bulunduğıu an olduğunu biliyormuş. O an oracıkta ölecek olsa, başta herkes gibi ölmek istemeyecekmiş. İnkar edecek, isyan edecek ve nihayetinde kabullenmek zorunda kalacakmış. Ve o kabullenme aşamasına geldiğinde çocukluğunun hiçbir önemi olmayacağını biliyormuş. Çünkü hayatını dolu dolu yaşayıp yaşamadığına sadece o anı karar verecekmiş. Ölümüne üzülmek dışında eğer mutluyduysa o anında, o zaman hayatını iyi yaşanmış bir hayat olarak düşünecekmiş.
...

- Niye durdun?

+ Gerçekten Elise'in hikayesini dinlemek istiyor musun?

- Sanırım.

+ Her an ölebileceğinin bilincindeymiş Elise. O yüzdne kendisine mutlu bir hikaye arıyormuş. Hayatını hep o mutlu hikayeyi arayarak geçirmiş. Okuduğu her kitapta, izlediği her filmde, dinlediği her şarkıda, kendisini aramış başta. Sonra hiçbir yerde bulamayacağını fark edince kendisini, her kahramanı kendisinde aramaya başlamış. Sürekli bir hikayeye uydurma çabasındaymış kendisini. Mutlu sonla biten hikayeleri aramış hep. Çünkü hikayenin başında ne kadar mutlu ya da mutsuz olunduğu hiç önemli değilmiş. Mühim olan hikaye biterken, ölürken, mutlu olunup olunmadığı sorusuna olumlu yanıt verebilmekmiş.

Bu şekilde hikaye aramaya devam ederken fark etmiş bir gün yaşamayı unuttuğunu. Kendini hep bir hikayede görmeye o kadar alışmış ki, kendine ait elinde hiçbir şey olmadığını es geçmiş. Ölmüş sonra.

- Mutlu mu ölmüş?

+ Hayır.

- Mutlu son istemiştim senden.

+ Niye sürekli başka bir hikaye aradığını anlamıyorum Elise.
Ben sana mutlu sonlu bir hikaye anlatsam, sen o hikayedeki kız olacak mısın?
Ya da o okuduğun hikayelerdeki kahramanlar?
İzlediğin bütün o filmler?
O yoz pembe hayatlara sahip olduğuna kendini gerçekten inandırabilecek misin?
O hikayelerdeki dört dörtlük kadınlar gibi olabilecek misin?

Sen bütün o karakterlerden farklıyken, nasıl aynı hikayeye sahip olmayı beklersin?

- Sadece mutlu bir son istemiştim ben.
Mutlu ölmek istemiştim.
O kadar.

24.2.12

İnsanlar, tepkisizlik ve din.


Birkaç gündür hayatımı meşgul eden en büyük konu ACTA meselesi.
İnsanlara anlatmaya çalıştım, dinleyecek fazla insan bulamadım; Tumblr’da anlatmaya çalıştım, okuyacak insan bulamadım; Polat'la beraber konuyla ilgili Türkçe bir kaynak olsun, blog hazırlayalım dedik, yardım edecek adam bulamadık, öyle kendi kendimize çırpındığımızla kaldık.
ACTA’dan bahsetmek istemiyorum şu an, konum daha genel.
—-
Ben insanları hiç anlayamıyorum.
İnsanlara anlatıyoruz, okutuyoruz, gösteriyoruz; fakat hiçbir şekilde inanmak istemiyorlar gördüklerine, okuduklarına, anlatılanlara. Her şey bariz ortada dururken, insanlar bambaşka bir gerçekliğe inanıyorlar. O gerçeklikte yaşıyorlar.
Kimsenin kendilerine dokunmadığını zannettikleri yüzeysel bir gerçeklikte.
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” durumunu bile geçmiş durumda olay.“Rahatımı bozmasınlar, beni sikseler de olur” modunda herkes. Bunu itiraf etmeseler de olan bu. Üzgünüm, acı konuşuyorum, fakat muhtemelen sen de bunlardan birisin. Ben de böyleyim. Böyle olmamaya çalışıyorum.
—-
Konunun dinle ne alakası olduğunu sorabilirsiniz. Şöyle anlatayım:
Gözlemlediğim kadarıyla, ki yurtdışında olduğum süre boyunca bunu çok daha rahat gözlemledim olaylara dışarıdan bakma fırsatı bularak, insanlar aslında o kadar da tepkisiz değil.
Dinle ilgili her konuda tepki gösteriyorlar. Namus kavramını algılayış biçimlerince ona da tepki gösteriyorlar.
Bunun üzerine tepki hakkında düşündüm ben.
—-
İnsanlar ne zaman tepki gösterir?
Newton’ın 3. prensibi. Her etkiye eşdeğer bir tepki vardır.
Kısacası insanları etkileyen bir şey olması gerekiyor. İnsanların etkilendiklerini hissetmeleri gerekiyor. İnsan belli bir şeyi kendine tehdit olarak görmedikçe, birtakım özgürlüklerini tehdit altında hissetmedikçe tepki vermiyor. Aslında buraya kadar gayet normal.
Benim anlamadığım kısım, insanların neden ortada bariz bir etki varken, bariz bir tehdit varken kendilerini tehdit altında hissetmedikleri?
Neden medyaya, internete, basına, yayına bu kadar çok sansür gelirken, insanlar hâlâ bunu özgürlüklerine karşı bir tehdit olarak algılamıyor? Niye dilediğini dilediği gibi söyleme hakkı elinden alınırken, kimse buna karşı bir tepki ortaya koymuyor?
Buna gerçekten basmıyor benim kafam.
Haberleri yok, saman altından su yürütülüyor desek, bir sürü şey bariz ortada, açık açık gerçekleşiyor. Olmasa bile, bazen gözüne gözüne sokuluyor, yine de rahatsız olmuyor adam.
—-
Dine verilen tepkiyi düşündüm bunun üzerine. Ortada saldırgan bir tavır var dindar kesimden. Tepkinin nedenini anlamaya çalıştım. Ortada bir tehdit olmalı. Fakat ben ne Türkiye’de yaşadığım dönem boyunca, ne de dışarıdan gözlemlediğim kadarıyla dine karşı bir tehdit gördüm. Kimsenin çıkıp da,“dininizi yaşamayacaksınız, namazınızı kılmayacak, orucunuzu tutmayacaksınız” dediğini görmedim. Gördüklerim esasen bunun aksiydi hep. Başını kapatmaya, oruç tutmaya, namaz kılmaya teşvik edilen(!) insanlar gördüm hep. Kimsenin çıkıp da öyle aman aman din karşıtı propaganda yaptığını da görmedim.
Peki bu insanlar neden dinlerinin elden gittiğini, dinlerine karşı tehdit oluştuğunu düşünüyorlar da bu kadar çok tepki gösteriyorlar?
—-
Hâlâ bir cevabım yok bunlara.
Hâlâ anlamıyorum insanları.
Ve hâlâ düşünecek çok şeyim var.

14.2.12

Balkabağı ve üvey kızkardeş.

Bir varmış bir yokmuş…

Bundan 6 yıllar önce, benim çok gıcık olduğum; her gördüğümde boğasımın geldiği bir kız varmış.

Neyse cıvıtmayayım.

—-

Bundan yaklaşık 6 yıl önce Almanya’ya gelmişim, dil öğrendik biraz da yerinde pekiştirelim maksadıyla.

Orada da işte, masalımızın kötü kalpli üvey kardeşiyle karşılaştım. O zamanlar henüz insanlara daha nedensiz yere gıcık olmadığım, iyi kalpli, saf yaklaştığım zamanlar. Pambık prenses misaliyim. Fakat bu insan kendinden bir gıcık etti, bir gıcık etti ki anlatamam yani.

Anlatamıyorum da zaten evet, çünkü üzerlerinden uzun zaman geçince olayları ve kişileri siliyorum aklımdan. Kötü olaylar ve kişilerse onları daha da çabuk siliyorum. Duyguları kalıyor bazen. Bugün de kızdan neden hoşlanmadığımı düşündüm de, ilgiyi sürekli üzerine çekmeye çabalama, sırf bu ilgi manyaklığı yüzünden yer yer çocuk gibi, yer yer orospu gibi davranma, sık sık kendini acındırıp spot ışıklarıyla bronzlaşma çabaları geldi aklıma. Ama somut bir örnek vermem çok zor.

Neyse efenim, günlerden bir gün, bu yılki eğitim öğretim hayatının başında bir zaman, öyle develer tellal, pireler berber iken bir zaman değil yani; Facebook adlı güzide icattan bir adet mesaj aldım.

“Canım ben de orada okumaya geldim.” tarzı, şu an hatırlamak istemediğim ve canım kelimesiyle beni beynimden vurulmuşa döndürmüş bir mesajdı. Canım neydi ya? Kim ölmüştü de beni onun canı yapmıştı? Onun canı olduğum için benim de onu canım olarak addetmem gerekecek miydi? Kelimelere bu kadar anlam yüklemek yerinde miydi? Ama sonuçta ortada görüşülmemiş ve görüşülmek istenmemiş, hatta hayattan sonsuza dek çıkarılmak, değil aynı şehirde yaşamak, aynı güneş sistemi içinde bile bulunulmak istenmemiş koca 6 yıl vardı. Canım neydi, ne kadar laubaliydi.

—-

Telefondayım.

Rapor alıp kaçtığım sınavın arkadaşlardan raporunu almaya çalışıyorum. Sınav çok hastaymış dediler. Öhö. Neyse arkadaş kopya suçuyla yakalanmış filan onu anlatıyor, kütüphaneye doğru bir yaratık yürüdü. Telefonla konuşmamı yarıda keseceğimi varsayarak bekledi, bekledi, bekledi. Baktım ne telefondaki arkadaş susacak, ne de ben hangisiyle konuşmak istediğime karar verebiliyorum, o sırada konuşmasına devam edene öncelik verdim ve “içeri git” dedim "üşüme".

Telefondaki arkadaş susmak bilmedi. Yaratık olay mahalinden uzaklaştı.

Ama tabii külkedisiyle üvey kızkardeşler de neticede aynı sarayda yaşıyor. Yani aynı kütüphaneye gelmişiz ders çalışmaya. Yerime geçtim ve gördüğüm manzara iki sıra ötemde bir çocukla kütüphane sessizliğini bozmamaya çalışarak fısır fısır konuşan yaratık. Olur elbet, konuşulabilir, fakat her konuşmanın bir susuşu, her nefes alışın bir verişi vardı bir zamanlar. Bu bitmek bilmez mi arkadaş? Neyse yanındakiler rahatsız oluyorsa onlar düşünsün diyerek kendimi sevgilim C’ye, poroğramlamaya verdim ben.

Tam karşımda oturduklarından ama, görüyorum bütün olan biteni de. Kız çocuğun kucağına oturmak üzere, susmak bilmiyor ve çocuğun ağzının içine içine konuşuyor. Aralarındaki mevzu benim sikimde değil, ama kızdan neden hoşlanmadığımı yavaş yavaş hatırlamaya başladım bunlar üzerine.

Oysa ben kıza kendi içimde şans vermiştim. Aradan onca zaman geçti, insanlar değişir. Kendime “Bak, sen külkedisinden balbakağına dönüştün, kim bilir o neye dönüşmüştür.” dedim.

Fakat tabii ki, kader yine ağlarını ördü ve ben yine bir mola verdiğim anda kendisini aşağıda buldum. Az önceki ayıbımı telafi etmek adına bekledim ve konuşmaya başladım. Kendisi benim de ağzımın içine içine konuşmaktan geri durmadı. Hiç hoşlanmadığım olay demek isterdim ama, daha önce hiç ağzımın içine konuşan bir insanla karşılaşmadığımdan böyle bir şeyden hoşlanıp hoşlanmadığım gibi bir yargı oluşturma şansım yoktu. Hoşlanmıyormuşum.

Bu yine çok mühim bir mesele değil de, konuşmanın ortasında, tam bir şeylerden bahsederken, “Benim gitmem lazım, arkadaşım bekliyor.” diyip gidiverdi mal. Hayır, sen konuşma açıyorsun, sınavdan çıktığından, kötü geçtiğinden bahsediyorsun, üzerine konuşuyoruz bir şeyler, laf ortasında, hani duraklama arasında da değil, ben gidiyorum diyip gidiyorsun. Afedersin ama nasıl bir malsın?

Üstelik hem ders çalışmamak, hem de sana ikinci bir şans daha vermek adına, sigarayı bırakmış olmam ve hava -273 derece olmasına; mutlak sıfır derecesine 0,15 celcius kadar kalmış olmasına rağmen, siz sigara içerken yanınıza geliyorum ve aynı şeyi ikinci kez, bu kez bana da değil, yanındaki elemana söyleyerek tekrar yapıyorsun. Beni orada peşinden gelmek ve hiç tanımadığım ama senden kat kat daha sempatik olan arkadaşınla başbaşa bırakma ikileminde bırakıyorsun. En azından bir ben kaçıyorum, sonra görüşürüz de mal.

—-

Üzgünüm ama balkabakları arabalara, külkedisi de prensese dönüşmüyor.

Ben balkabağına dönüştüm fakat bebeğim senin mallığın, gıcıklığın ve muhtemelen şu an hatırlamadığım, bundan 6 yıl önce senden nefret etmemi sağlayan bütün özelliklerin hâlâ üzerinde duruyor.

—-

Onlar her kimse muratlarına eremiyorlar ve biz daha kerevetine ne demek bilmediğimizden hiçbir yere çıkamıyoruz.

Masal da burada bitiyor.

Ve sonsuza dek yaşayamadığımızdan mutlu da olamıyoruz.

***************************************************************************
p.s: Hiç yazıp buraya koyacağım tarzda bir şey değildi ama, o kadar yazmışken buraya da koyayım dedim. Koydum. Ne var lan?

12.1.12

hayat verir. hayat alır.

***

inanmak başarmanın ilüzyonuna insanın kendisini kaptırmasını hızlandırır. ağaçları hayal etse insan, nehirleri, denizleri, pamuktan bulutları, daha yola çıkmadan, evde oturduğu yerin sıcaklığıyla beynine hapsolur. hayatını hayallerin içinde yeşerten kişi, yalnızdır. yanlıştır.

boşa yaşıyorum.

elinde hiçbir şey olmayan, olmayacak olan, olanı tutamayan, tutamadıkça ellerini suçlayan, içine kaçan ve bu içine kaçma işi çoktan içine kaçmış biriyim. yanlış zamanı en dibine kadar yaşayıp, yaşamamam gereken şeyleri yaşadım. boşuna yaşadım.

gitme dürtüsü, dağlar, yollar ve şarkılar aklına düşmüş bir bilbo gibi, kendimi dağa taşa vurmak istiyorum bu yüzden. illithidler yumuşak başlarıyla beynimin kıvrımlarına elektrikler yolluyor, düşünemiyorum. gitmeliyim.

tek mutabık olduğum fikir bu.

gitmeliyim.

***

hayat verir, hayat alır.

18.11.11

Ben kısmen deli olabilirim. ama kısmen.

doğduğum gün, aşağı yukarı böyle bir gündü. soğuk, sislerden yansıyan soluk sokak lambalarıyla bembeyaz olmuş bir gökyüzü. havadaki yanık bulut kokusu, genzimi yakmıştı. buz gibi elleri vücudumda, beyaz elbiseli adamdan korkup ağlamaya başladığımda saat 10:21 di, gece.

hastanede iki kişiydik. ben ve annem. annem bitkindi. ben de.

delirdiğim gün, hava çok sıcaktı. ellerimi çok net hatırlıyorum. yine iki taneydiler. kollarımdan uzanan iki tane kuklacı. başka işe yaramazlardı. kapı açamazdım. sigara yakamazdım. parmaklarımı sevmiyordum. sevememiştim bir türlü. insanların elleri, parmaklarıyla barışıktı her zaman. benimkiler kendi aralarında bile çatışıyorlardı sürekli. kulaklarımı seviyordum. kolumun etli kısmını ısıtıp, kulağıma dayıyordum kışın. doğumgünümde kulağıma ekmek basmıştım. sıcacık.

o gün yapmadım. çünkü hava sıcaktı.

***

sabah kalkıp alarmı kurmuştum. erken kalkmıştım aslında. hep kurmayı unuttuğumdan, ertesi sabah için, zembereğini tam 19 tur çevirmiştim. yeterli olacaktı. sabah erkekliğimi tuvalette dindirdim, aynaya baktığımda gözlerimden yarısının açılamadığını farkettim. kafamı suya soktum, elimi yumruk yapıp gözlerimin yarısını açılabilir hale getirdim. çapaklarımdan kurtulduğum için mutluydum. tıraş olmam gerekliydi. ellerimle anlaşma yaptık. ben onları kullanacaktım, onlar da istedikleri elleri tutacaklardı. adildi.

tıraş oldum, sakince ellerimi aşağı indirip duvara yaslandım. susamıştım. beynimde saatler çalıyordu. işe geç kalıyordum. sigaramı kül tablasında söndürüp, kül tablasını çöp poşetine boşalttım. çöp poşedini güzelce bağlayıp akşam okuduğum gazeteyi de içine atmaya çalışırken poşeti yırttım. sıralamayı karıştırmıştım. yeni bir çöp poşeti alıp önceki çöp poşedini ve gazeteyi çöpe atıp ağzını az öncekinden biraz daha az güzelce bağlayıp sırtlandım. hazırdım. işe gidebilirdim. telefonum çaldı. ekranda muhterem bey yazıyordu. arayan muhterem bey'di. patronum. fotoğrafı çıkmasa farketmezdim. açmadım.

evden çıktım. hava çok sıcaktı. elimdeki poşedi kedileri kovup çöp konteynırına doğru salladım, isabet etmemişti. kediler kaçtı. sonra geri geldiler. 3 dakika sonra. attığım çöpte yemek bulma umuduyla birbirlerinden sakınarak ürkekçe gelmişlerdi. bulamadılar. emin olmak için herbiri 2 şer dakika çöpleri kurcaladı. hiçbirinin bulmadığından emin olduktan sonra cebimden dilimlenmiş fıstıklı salam çıkarttım tam 17 adet. her birine 4 er tane düşecekti. birine 5. hepsini tek tek isimleriyle çağırdım. 1. ye 4 salam verdim. hepsini yemişti. ama hala bekliyordu, geri kalanları farketmişti. 2. ye 5 salam verdim. 1. kıskançlıkla 2. ye baktı. 3. 4. ve 5. heyecanla beklemeye koyuldular. onlara 4er tane kaldığını öğrendiklerinde kavgaya başladılar. hiçbiri haksız değildi. ben de değildim aslında. ama bu ağlamama engel olamazdı.

muhterem bey sürekli arıyordu. başparmağım kırmızı tuşa basıyordu hemen arkasından. istemiyordu konuşmamı. mantıklıydı.

hava çok sıcaktı.

***

bir an aklım gitti. neden metrobüs durağında olduğumu, insanların neden bana baktıklarını anlayamıyordum. üzerimi yokladım. normaldi. pipim ve göğüs kıllarım görünmüyordu bu kez. göründüğü olmuştu. o zamanki hastane çok soğuktu. sevmemiştim, çabuk çıktım.

merakla bakan insanlara merakla baktım. gözlerimiz konuşuyordu. ama gözlerimiz birbirinin dilinden anlamıyordu. az kelime dağarcığımla "nasıl?" dediklerini anladım sadece, ben de "ne nasıl?" diye cevap verdim. ama kelimeler gözlerimizin arasındayken yere düşüyorlardı.

metrobüse nasıl bindiğimi de hatırlamıyorum ondan sonra. burası soğuk. bana yardımcı olabilecek hiçbir şey yok.

***

babam annemi sevdiğinde tarih 12 aralık 1972'ydi. bundan 15 sene sonra bugün adile naşit ölmüştü. ben doğduğumda yaşıyordu. kısa boyluydu. pörtlek gözleri vardı. zili vardı. müznir özkul kocasıydı. evliydiler ama kimse bilmiyordu. o zamanki ev sahiplerimizi onlara benzetirdim. annem ayıp derdi.

babam annemi ilk gördüğünde tarih 2 temmuz 1972'ydi. babamlar halamgillerle denize gitmişlerdi. annemler de dedemlerin yazlığındalardı zaten. babam annemi gördü. konuştular. ama o zaman sevmemişti hiç. bundan 5 ay 10 gün sonra sevdi. bundan 2 yıl 5 ay 14 gün sonra da ben doğdum. eğer 6 gün önce doğsaydım, babamın annemi sevdiğinin 2. yıldönümünde doğmuş olacaktım. ama hata benim değildi. doğduğum gün hava çok soğuktu. ağlamıştım.

kardeşim yoktu. aslında vardı. bana söylemeseler de, daha doğrusu öteki türlü anlatsalar da, ben öldürmüştüm onu. yok etmiştim. o doğduğunda ben 5 yaşındaydım. evin prensiydim. tek kelime konuşamama rağmen ağzımın içine bakıyorlardı. ellerimle kalem tutamasam da sürekli oyuncak alıyorlardı. o doğduktan sonra, konuşabildiği haline dayanamayacağımı farkedip, yatağındayken yüzüstü çevirmiştim. tarih, 11 ağustos 1979'du. sabah kalktığımda annem ağlıyordu. babam beni halamgillere yollamıştı. orada radyo dinledik, sonra adamlar geldi. yanında babam vardı. sonra beni götürdüler eve. evdeki beşiği atmışlardı. sonra bu olay hiç konuşulmadı. ben de anlatmadım kimseye.

o gün hava çok sıcaktı. onu çok net hatırlıyorum.

***

uyandığımda iki kişilik penceresiz bir odadaydım. üstümde çok yoktu ama kan vardı. hiçbir yerim acımıyordu. ama hiçbir yerimi hissetmiyordum da. ellerime baktım, boyunlarından yatağa bağlanmışlardı. "ah," dedim. "lan hadi ama yaa." aynı yerdeydim. bu hastaneyi sevmiyordum. bence çok flu bi yerdi burası. sürekli ilaç veriyorlardı. hap verdikleri zaman kusabiliyordum. ama bazen iğne vuruyorlardı. o zaman kusamıyordum. daha doğrusu kusunca iyi olamıyordum. ama ellerim beni dinliyordu o zaman. durun dediğimde duruyorlardı.

sayısız kere uyudum uyandım. rüya görmedim. tarihler gözümde rakamlara dönüyorlardı. renklerin tadı ekşiydi. kedilere salam vermiştim. muhterem bey adlı patronum aramıştı. telefonum yanımda yok. çalmış olmalılar. insanlar çok açgözlü.

tuvaletim vardı. yaparsam onlar temizlemeliydi. cezalandırmak için üzerime yaptım. sıcaktı. hoşuma gitti. kafamı çevirebildiğim kadar çevirip yastıksız yatağa bastırdım. kalp atışımı duyabiliyordum. çok yavaştı. uyumuşum.

yanıma birkaç kişi geldi. en uzunu 144 saniye yanımda durup gitti.

sakallarım uzamıştı 9. gün. iyi ki işe gitmek zorunda değilim. ellerim anlaşmanın suya düştüğünden korkup bana kızdılar. haklılardı. çünkü anlaşma suya düşmüştü.

***

uyandım. gazete okudum. adam öldürmüştüm. kaçarken durakta bir kadını daha öldürmüşüm. bir sürü bir sürü şey. "soğuk kanlı katil" yazıyordu. yalancı gazeteciler. ben soğuk sevmem. kışın doğdum ben. soğuk sevmiyorum. alarmımı kurup uyudum. salamlı sandviç yaptım. sigara içtim. uyandım. gazete okudum. uyudum.

28.10.11

Haydi!

arkadaşlar van depremi'nden haberi olmayan yoktur sanırım.

ihtiyaçlarından da az çok haberdar olmalısınız.

dün yayında olan varsa şayet, kişisel ukalalığımda harcettiğim bir duyuru yapmıştım. hava soğuk, bayağı bi üst baş ihtiyacı var. sağlık ve temizlik ürünleri ihtiyacı da had safhada.

çoğumuz öğrenciyiz, imkanlarımız kısıtlı. bu sebeple, üç-beş, kim ne gönderebiliyorsa, sadece 1 saatini ayırarak, birden fazla kişiyi mutlu edebilir, hayatını kurtarabilir, gülümsetebilir.

dua etmekten, mum yakmnaktan çok daha kısa sürede etki edeceği kesin. aralarından bazıları da, duanın muhtemel etkisini gözlemleyemeden ölebilir, bu riske gerek yok bence.

göndereceğiniz eşyaların mantıklı olması gerekmekte. sakarya depreminde bikini çıkan koliler, bira kasaları vs. makul olunmalı. göndereceğiniz şeyi, işinize yaramadığı için değil, birinin işine yarayacağını düşünerek gönderin.

aşağıda hem gerekli bilgi alacağınız bir site, hem de yardım kolilerinizi ücretsiz göndermeyi taahhüt eden kargo şirketlerinin iletişim numaraları mevcut.

teşekkürler.

KARGOLAR:
Yurtiçi Kargo – 444 99 99
MNG Kargo – 444 06 06
Aras Kargo – 444 25 52
Sürat Kargo – 444 0 127
PTT Kargo – 444 1 788

Not: Kargo ile yardım göndermek isteyenler için adres: Van Merkez Belediye Garajı Kriz Masası.

OTOBÜS ŞİRKETLERİ:

Bitlis Taç: 444 1313
Van Gölü: 444 65 65
Best Van: 0 530 400 01 54 / 444 00 65
VANGÖLÜ Turizm 03122241565

http://vandepremi.com/

22.9.11

hayatımca.

hayat topyekün bir savaştan daha kontrollü ilerlemeli. bunu başarmalısın hayat. bi boka müdahil olamayıp, eğer hiçbir şeyin varoluşunu ve onun kadar da yokoluşunu kontrol edemeyecek kadar dışındaysam; bunu başarabilecek oyuncu sensin. adım adım, satır satır.

hayat bunu yapacak güce sahip değil. hayat sadece beklentilerin kadar dibe batabileceğin üç boyutlu bir dev sahnesi. tek mercek ve binlerce oyuncuyla, toplam beklentilerin suya karıştığı basit bir kaynaştırma fasilitesi. tanı, unut arenası. hayatın canı kıymetli, hayat delikanlı, sürünüp de gidemez hiçbir aydınlık delikten içeri. koşar.

o kadar komplike atfettirir ki kendini, aman yarappi bu ne kadar kurmaca bir düzen. nasıl bir tesadüfler silsilesi. allahım bu nasıl işler. bu ne lan.

hayat, beklentilerinin gözünü doyurabildiği kadar değerli.

hayat, beklediğin kadar umut verici. kaç kişiyse onla çarp, sana böl. o kadar heyecanlandırıyor insanı. hayat çok pahalı.

hayat gereğinden fazla yavaş. umdukça uzayan en kısa zaman aralıklarını kendi kayıp vakitlerine paylaştır. ne kadar, kayıpsan; o kadar uzun sürede batarsın.

hayat, aman tanrım, şu nefes alışveriş, şu silsile, şu kaos tumturak gidiş gelişler, sanırsın afet-i devran eğilmiş, poz veriyor.

oysa ki, o kadar rahat uyuşturulmuşuz, estetik beceriliyoruz.

iyi yaşa hayat.

17.9.11

Boyun Fıtığı

Sol omuzumda bir ağrı var. Üstün bir ağrı, hala canımı yakıyor. Parmaklarımı uyuşturuyor. Bugünlerde bu ağrıyla yürüyorum, ilerliyorum. Aldığım ağrı kesiciler mideme inmeden boğazımı yakıyor.

Hadi biraz dinleyelim o zaman.

http://youtu.be/YAOTCtW9v0M

şimdi biraz daha iyiyim.

8.9.11

top aglarda.

kimse karartmasın, çıkarken ben ışıkları kapatırım.

***

yalnızdık. kışın en ıslak ve en soğuk zamanlarıydı. annemler maydonoz ve bişeyler daha almak için pazara gitmişlerdi. perşembe pazarı kurulurdu kasabadaki büyük caminin etrafına. zaman zaman ezan sesiyle, ikizlere takke! karışınca gülerdim ben. aslında, ikizlere takke! yi her duyduğumda gülerdim. annem kolumu cimciklerdi her güldüğümde. utanıyordu sanırım. artık beni pazara götürmüyordu, babam bi tane çekçekli araba almıştı, kırmızı. bana ihtiyacı kalmamıştı annemin artık.

o yüzden kardeşimle evdeydik yine. top oynadık. çorapları iç içe koyarak, hentbol topu büyüklüğünde, kaya sertliğinde toplar yapardık. saklayabildiğimiz tek top, şu an kırık cam parçalarının arasındaydı.

iki erkek kardeşi evde yalnız bırakmak, acaba memeliğe gülünce rezil olmaktan daha mı mantıklı acaba diye düşündüm. cevabını bulamadım. panik içerisinde farklı yönlerde 10'ar dakika koşuşturduk kardeşimle. anne her an gelebilirdi. elimizde hiçbir şey yoktu. önce topumuzu sakladık. yerdeki camları topladık.

pencerede kocaman bir delik vardı.

kapı çaldı.

pencereyi açarak aşağı baktım. çekçeklisiyle annem gelmişti. maydonoz ve bişeyler daha almıştı. otomatiğe basmadım. zaman kazanmak için. ihtiyacımız yoktu aslında zamana. o muhteşem gerilimi daha uzun yaşamak istemiş olabiliriz. iki erkek kardeşiz biz. sahip olduğumuz tek şey pure adrenalin bağımlılığımız. annem bi şekilde, apartmanın kapısını açmış, şimdi evin kapısını çalarken, yine farklı yönlerde koşuşmaya başladık. eller kafalarda, "napıcaz lan?" soruları dilimizde; ben suçu üstüme alınacaktım. kırdım ben. nasıl kırdın? bilmiyorum. ben kırdım, kırıldı. bişeyler bişeyler.

annem dayanamadı, hem kapıyı tekmeliyor. hem de zili körüklüyordu. kardeşim, abi ben açıyorum yeter dedi.

aç dedim.

kapı açıldı.

annem önce mutfağa girdi, maydonozları ve bişeyleri olaba yerleştirdi. üzerini değiştirmek maksadıyla odalarına girdi. bu sırada biz, yine koşuşturmaya başladık. annem salona girdi.

camı gördü.

oğlum naptınız? diye sordu. kardeşim panikle kendini camdan aşağı attı. annem gel oğlum kızmıycam diyince atlamamıştım zaten, kızmadın di mi dedi anneme. annem hem korkmuş, hem de kızmıştı. kızdım tabi eşoğlueşşek dedi. beni tuttu, kim kırdı dedi. ben kırdım dedim. nasıl kırıldı dedi. ben de tuttum kardeşimi camdan aşağı salladım. annem de beni attı. sonra dayanamadı kendi de atladı.

artık topumuzu kimse bulamayacaktı. yere düşerken kardeşimle birbirimize çak! hareketi yaptık.

***

akşam babam eve geldiğinde, maydonoz ve peynirle sigara böreği için harç hazırlamış, rakı eşliğinde bi güzel götürmüş. dolaptan bizim topumuzu çıkartıp sokağa doğru fırlatmış. gece soğuktan donarak ölmüş o da. suratında, sigara böreğinin tatminkar gülümsemesini taşıyormuş.

life sux.

28.8.11

Klimaks

kendime son bir şarkılık izin verdim. bi şarkı çalıcam sizden. ardından kendimi koparıp, yatağıma hapsedeceğim. söz veriyorum, dahası olmayacak.

rutine adanmış saniyeler boyu, kendimi bir nehrin, patladığı yere mahkum etmiş, yalnız bir kurbağa gibi, bir o lotustan, bir diğer lotusa ziplarcasina... sorumluluklarım var kendi çapımda. sol kulağım giderek tıkanıyor farkediyorum. adımlarım seyrekleşiyor. gözlerim bir kedininki kadar bulanık, amacımı bilerek, sezerek ayırdığım her bir zaman tanesini; çevremi bina ederek harcarken, o kadar aralarında kalıyorum ki, zaman daralıyor, kum taneleri avucuma dökülüyor. keşke daha çok vaktim olsaydı.

aslında, ummak gibi, yaşadığım her an, aslının daha güzel hallerini bina etmek için projesi çizilmiş, kandırıkçılıktan öte değil.

aslında, ben varım.

ya da, zaman olduğundan daha hızlı.

ben her yerde olabilen, zerre olabilmek isterdim. hiçbir yere kaçabilmenin imkansızlığı, her yerde olabilmenin özleminden daha diri ve gerçek.

iyi geceler,

yarın beni 8:30 da uyandırın lan numaramın sahipleri. valla. o saatte uyanık olan varsa bi alo desin. korkmayın, kontor yemeyen bi insanım.

iyi uyuyun.

23.8.11

Kahvaltıda yıldız sıçmak.

Termodinamiğin ikinci yasası: Maddeler dış etken olmadıkça daha olası durumlara evrilirler. 
Oysa ben 0. (yazıyla: sıfırıncı) yasası olabilen bir şeye hiç güvenemem. 

Bana ders çalışıyor süsü verip olay mahalinde terk etmişler beynimi. 
***
Hani o nokta var ya, aslında bulutların üzerinden kendine bir yer edinip yıldız yemeyi deneyebilecek kadar uçacağını zannettiğin, ama aslında bir yıldızın sindirim sistemiyle boşalıp dünyaya küt diye çakıldığın nokta. Hah, tam orada duruyor her şey. Dilek tuttuğun yıldızlar da sadece sana kayıyor. 
Beynindeki her bir nöronun taşıdığı bilgi o an için sana çok muazzammış gibi geliyor ve sadece onların muazzam olduklarını düşünebilmek için onlara fazladan yük taşıtıyorsun. Senin bu yaptığın ayak kaydırmaktan, arkadan iş çevirmekten, kıskançlıktan, çekememezlikten başka bir şey değil. Rezil herif. 

Tam bu noktada işler çığrından çıkıyor zaten. Beynin bir savaş meydanı hâline gelmişken, sen top tüfek aramıyor da; dur benim makinem, kağıdım, kalemim nerede, ilerde bu belgelerle zengin olurum çirkefliğini yaşıyorsun. 
Çünkü sen ne kadar inkar etsen de kader diye mal bir olayın var olduğunu fark etmen için birinin kral çıplak diye bağırması gerekiyor. 
-Hanım ayıptır, örtün. 

Düşünceler geliyor, gidiyor; bir yenisi ve hop gitti. Hareket edemiyorsun, çünkü sen onun kararını henüz verememiş olsan da, o bir yerlerde yazılı ve sen kararları çaldıktan sonra sadece düşüncelere kılıf uyduruyorsun. 

Çünkü maddeler en olası hâllerine evriliyorlar. 

Ya da onun gibi bir şey. 
***
Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama sıçmanın hayatla bir ilgisi olmalı. 

Bazen bok yemek de bir o kadar caiz zaten. 

Bu kadar büyük bir meziyete sahipken, bok yemenin marifet sayılmaması da en adaletsiz olay bence. 
- İyi bok yedin. 

Üstelik insan en büyük boklarını da en beklenmedik, en alakasız zamanlarda yiyor. Çünkü aradığın şeyi hiçbir zaman aradığın zaman bulamazsın. Koyduğun yere hiç boşuna bakma zaten. 

- Ben buraya bir bok koymuştum, gördün mü?
- Kıçının altına bak. 

***
Zaman kavramını insan bir kez yitirdi mi, artık ayakları ne kadar yere bassa da zamana ayak uyduramıyor sanki. Başka bir zamandan kendini izliyor olmak eğlenceliydi. 

Oradan bakınca hayat sanki bokun en olası hâlini sıçıyormuşsun gibi. 

Bütün gün uyuyor olman kalkmak için sıçacağın gerçeğini değiştirmiyor. 

***
Yine iyi sıçtık be. 

kelebek yahnisi bölüm iii (ben aslinda, hic anlamam periyodik cetvelden, sadece resimlerine bakiyorum.)

dimağım almıyor.

kendi içimde bölünebildiğim tüm tamsayıları alt alta topladığımda bir ben etmiyor. yarimi kendi yarimla topladigimda, hep biseyler eksik, sifira bolunemez insan. kendini bolmeyi hic istemez. sifira bolemeyen, ikiye hic bolemez.

hayal kurdukca eksikligini farkediyorsun. tum noksanliklarini tamamlayacak seyler umup, onlari tek tek bulup, etrafina ormeye calistikca, kendinin seri sularla kapli corak bir kara parcasi oldugunun farkina vardikca, bunlarin ayirdina nail oldugun her saniyeye lanet okuyorsun.

tanidik.

o sebeple, sebep ne olursa olsun, hayal kurmak, kisinin oz saygisina kendi elleriyle, diliyle, ve bedeniyle ihanet etmesidir en yalin haliyle.

istersin, olmaz. beklersin, gelmez. ne tamamlayan, ne de eksiltiğin umrunda olmayan dangalak durumlarin pencesinde, sadece kok salmayi bekleyen, az umarli, kimine gore yalniz, ama dalli budakli bir agac olarak, tek basina hayali korulugunu guvende tutarsin. kendinden belki de.

ne kadar cok hayal kurarsan, o kadar yuksekten dusersin. hicbiri olacak seyler degildir tek basina yasadigin evrende. tanidiklarindan ilk sen oleceksin, ilk sen gomeceksin.

hicbir gezegen, ne seni, ne de istediklerini alabilecek kadar yercekimine sahip degil. yorungen salak sacma, merkezinden kactiklarin cok guclu, ov cok guclu bebegim.

o yuzden,

  • asla kendine guvenme. intihar edersen, katilini oldurmus sayilirsin.
  • hayal kurma, kurdugun en iyi hayal, gercekte seni ipe goturur.
  • her eksik parcan, ozsayginin uzengisidir. ne kadar saglam basarsan, o kadar guvendesin.
istemeyin, olun ya da yapin aslinda. kimse sizi, siz oldugunuz icin oldugunuz gibi gormez. aynalar daha inandirici bu anlamda.

kendimi sevebilmem lazim.

21.8.11

kelebek yahnisi bölüm ii (- why are you making everyone die? + because... everything dies)

nokta
koyulduğu her yeri anlamsizlastiran, ardi ardina geldikce icine cekildigin buhranin boyutunu, kütlenle katlayan
sadece son, bir o kadar da dahası icin yalvarmalar, kendini tuttukca elindeki ipini salivermen gibi
sonun, o en karanlik aninda, o en ucsuz, en bicak gibi haince derisinden ayirdigi saliselerinde kacacak delik ararcasina
gordugun her ruya yarin icin apayri soluklarmis gibi, didik didik,  lime lime
ve kaybettigin her saniye, yepyeni bir satır basi gibi,
ardi yok,

sonu yok
ben galiba kendimi kaybediyorum, dengem bozuldukca kafamdan asagi ruhum dokuluyor tazyikle ve hicbir kaidemi goremiyorum sanki, ben daramda yeni bir kimliğim
basini bilmiyorum, kim ne zaman gitti ve kendi yatagini acti da uyudu misil misil, kim ilikca birakti tortusunu
bana bir seyler oluyor, ve ben duracagim yeri bilmiyorum

burasi nasil

.

kelebek yahnisi bölüm i (apansizin)

pentatonik pentatonik vuruyorum kendime. mazoşist değilim, ne hacet. hiçbir mazoşist ben kadar sapık dokunmuyordur kendine, yalınca.

benimkisi, dürtülerini eğitme adına ufak temsil-i cinayetler.

ardı ardına tokat sesleri, yere düşen hayırsız kovanlar ve yankılanan kan gürültüsü. sesi ardına kadar açıp, gökyüzünün maviliğindeki yanlışları tek tek buldum, hepsinin üzerine çarpı atarak. paylaştıklarımı, öğrettiğim her bir kareyi, üçgeni, timsahların gözlerinde kuruttuğum eksintilerimi; her birini birbirini dik kesen çizgilerle belirledim.

ben hiç kendimi kanatmamış gibi, akan hayvanlığımmış gibi, inime sığındım, sesimi ağzımın içinde öldürdüm.

ruhum cok ince ve tertemiz olduğu için, kemiklerimi yeninden cikarttim. irinim, iligimde kaldi.

ben bugun kendim haricinde birini üst katlarima cikarttim.

galiba dusen benim.

kendimi takip etmeliyim.


19.8.11

Radyo Münasebetiyle...


Efendim bilindiği üzere Serj'in tekrar gaza getirmesiyle nacizane mekanımızın sesini ve tadını keyif verici melodileri kullanarak sizlerle paylaşmaya karar verdik. Saçmalamadan söylemek gerekirse bildiğiniz flatcast'ten radyo yayını yapacağız. Yaz günlerinin boşluğunu değerlendirerek zaman zaman çıkması muhtemel engeller haricinde 15 Eylül'e kadar haftada üç gün sizlere kendi müzik listelerimi sunmak üzere bilgisayarın karşısında olacağım. Aşağıda zamanlarını göreceğiniz programın adı ise yayınlanacağı saatlerden dolayı Gecelik olacak.


Mikrofonlarla pek aram yoktur ama sohbet ekranındaki muhabbetimle sizlere katılmaktan mutluluk duyacağım. Tabii bu hiç ses vermeyeceğim anlamına gelmiyor. Programın müzik konseptini soracak olursanız Lastfm profilimi biraz incelerseniz muhtemel konseptleri göz önüne getirebilirsiniz. Öncelikli amacım en çok hoşuma giden sanatçılardan en az bilinenleri sizlere ulaştırmak olacak.

Gecelik, 15 Eylül'e kadar Pazartesi gecesi 10'dan 2'ye, Cuma gecesi 11'den 3'e, Cumartesi gecesi ise 10'dan 3'e kadar RIF FM'de. Zamanı olanları Geceliklerini giyip yayına bekliyorum.

Gecelerinizin medya oynatıcısı Progressychedelic

somali'de aç bir annenin, gökkuşağıyla beslenen oğlu hakkında.

uyuyordum.

***
"yazar burada şu linki yeni sekmede açmanızı ve arka planda o şarkının çalmasını istiyor. tenk yu for understanding."
***

kardeşim vardı. birkaç kişi daha. uzaktaydık evden. babamı hatırlıyor gibiyim. gerçek hayatta, cismen hiç görmediğim, ama varolduğunu bildiğim birkaç kişi daha.

1980'lerden kalmış bir yer. hiç 80'ler yeri görmedim ama, eminim öyle olduğuna. o kadar gerçekçi ki, teşekkür edebilirim bunun için. artık, "80'lerden kalmış bir yer gördüm, gibi" diyebilirim. hatta bunu söylerken yalan makinesine bile bağlansam, sıkıntı olmaz. sırat köprüsünden fişek gibi geçen hardcore believer gibi geçerim yalan testini. ama du bi dakika lan. sırat köprüsü yok ki. fatih sultan mehmet köprüsü var. ondan geçer gibi geçerim. ama sağlam bi metafor olmadı şimdi de. pf tamam geçtik. sürat köprüsünden geçer gibi. hızla.

bir evdeydik. çok eski bi apartman dairesiydi. klip çekilebilecek kadar köhne bir asaleti vardı. tozlarla kaplanmış, kirli, gümüş bir şamdanlık. kardeşimle bir odada kalıyoruz beraber. üç ya da dört oda daha var. ben o kadarını gördüm. ama kalben inanıyorum ki, daha da fazlası var. bana o kadarı bahşedilmiş. o kadarını gör denmiş gibi. bununla yetiniyorum.

ben basiretli abiyim, kardeşim deli doldurması gibi koşuşturuyor evin içinde. kalabalığız. çok kalabalık ev. suratları yok. kalplerini, içindekileri biliyorum. abiyim ben. kardeşimin oyun oynadığı çocuğun görünmeyen suratının arkasında gülen trollface'i görebiliyorum. basiretliyim çünkü. tecrübelerim var. kardeşim birine aşık onların içinden. ha kardeşim erkek aslında. ama rüya da kız. başlarda garip geliyor. ama sonra doğasına alışıyorum çevrenin. farketmiyorum bile.

kardeşim bir çocuğu seviyor. ben bunları yanaştırmaya falan çalışıyorum. kardeşim çok seviyor çünkü. daha önce birkaç kere ağlamış bu çocuk yüzünden. ona yardımcı olmalıyım diyorum. abiyim ben.

birkaç kişi yatıyor. gece geç saatler çünkü. herkes yorulmuş. bir sürü şey yemişiz. herkesin keyfi yerinde. benim değil. benim kardeşime yardım etmem lazım. babam geliyor. annem falan. onlara çaktırmamaya çalışıyoruz. utanmasın kız şimdi. gönderiyorum yatsınlar diye.

odaları dolaşıyoruz beraber. hala oynayanlar falan var. sohbet edenler, konuşanlar, tartışanlar, film izleyenler. hazır çiftler, orada çiftleşenler. bir odadan bağırtı geliyor. noluyo lan diye koşuyoruz. kardeşimin hoşlantısı, bir erkekle, erkek çocuğuyla, ufak bir erkek çocuğuyla, ağlamaktan gözleri kızarmış, sesi kısılmış bir erkek çocuğuyla yatakta. ağzı burnu dağılmış, yatağın arkasında başka bir çocuk, komodinin ayaklarına bağlanmış. ağzı burnu kan, sesi çıkamıyor artık. suratlarımız bembeyaz. nasıl daha sade anlatılır bilmiyorum ama. küçük erkek çocuğu, yaşadığı hayata lanet ediyor gözlerinden okunduğu kadar. kardeşimin hoşlantısının suratında tatminkar bir sapığın boş ve beyaz bakışları. kardeşim artık yüzlerini görebiliyor mu diye bakıyorum. göremiyorsa da, artık neler döndüğünü anlayabilecek tecrübeye sahip görünüyor. ağlıyor. "abi," diyor, "annemler anlamış mıdır?"

tutuyorum ellerinden, ufacık. koşuyoruz dışarıya. yağmur başlamış, şapır şapır düşüyor üstümüze. gözlerimi açamıyorum. zorla kapanıyorlar. birden duruyor yağmur. bi asfalt tarlasındayız şimdi. kardeşim erkek olmuş yine. çünkü bildiğim samet. kaşı gözü aynı, sarıdan siyaha dönmüş saçları. gökkuşağı görüyorum. gökkuşakları. 5 tane sayabildim apaçık. asfalta düşüyorlar. "koş," diyorum. dokunabiliriz çünkü. o kadar yakın olanını hiç görmemiştim. 5'ini bir aradaysa asla görmeyi bile umamazdım. önümdelerdi, önümüzdelerdi 5'i de.

geriye baktığımda, babamları gördüm. annemin elini tutmuş. babam gençti, annemse çok yaşlı, beli bükülmüş gibi. "anne!" diye bağırdım.

sonra uyandım.

***

uyandığımda anneme, sesli olarak, kaç yıldır hiç "anne" demediğimi farkettim. bu ağızdan anne kelimesi, anneme seslenmek için yıllardır açılmadı hiç. çok garip geldi bu bana başta. sonra rüyayı da unuttum. samet'in kız olmasını da, o ufak erkek çocuğunu da.

sonra şu habere rastladım uyanınca. kanım çekildi. rüyamdaki çocuk aklıma geldi, rüyamı hatırladım. kardeşimi, annemi hatırladım. o çocuğun çektiği acıları kare kare gördüm, derimde hissettim, ya da çok derinlerim duyarlılaştı aniden. tüylerim diken diken olup savunmaya geçti. ağladım bi kaç silah atışı süresince. kulaklarım çınladı.

sonra dedim. sırat köprüsü yok tamam. ama, en azından, elinde öldürme gücü bulunan her neyse, hastalık, silah, unutulmak, kalın ip, tanrı, anne öldürürken daha seçici olsunlar.

şansa kalmasın anne kaybetmek, ya da anneden kurtulmak.

***

çocuk annesini kanserden kaybetmiş.

babası 3 yıl sonra yeni bir anne bulmuş, en stereotip üveyinden.


***

hayat çok kötü. seçimleri de, yaşananların komik derecede tesadüfi olması da, kendisi de kötü. oldukça gerizekalı bir komün dangalak kararlar silsilesi. zerre sağduyu kırıntısı yok. hiçbir şey normal değil, bunun ta kendisi bile anormalliği standartlaştırmış. iyi niyet de, iyiye yormak da mümkün değil. boşlukları katiller dolduruyor sanırım.

ki keşke dexter morgan, yagami light, civar çocukları olsa. keşke geass gözlerim olsa. ya da hiçbir şeyi umursamadığımı gösterebilecek kadar pasif agresif olabilseydim. o kadar beyaz bir suratım, o kadar aymaz iki elim olsaydı.

keşke, annem, ya da o çocuğun annesi değil de, babasının üç yıllık karısı olsaydı kanser. belki somali'de bir çocuğu kurtarırdık, oluşan bir kişilik kanser kontenjanıyla. ölürdü çocuk. it's better.

***

hayat, kendi içerisinde bile abes. dengesiz.

iyi geceler hayat.

ağzıma sıçıyorsun.

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı