5.1.15

bu şehir bence beni bu şekilde şekillendirmekle iyi bir iş başardı

yürüyordum. usul bazen, bazen hızlı. asimetrik bir salınımla, eğile kalka yürüyordum. gözüm bi bakkala ilişti. böyle gazete koyma yerli, böyle önünde cips sepeti, böyle ne bileyim, kontörlü telefon masaları. duvarındaki saate baktım. vakit epey geç olmuştu. adımlarımı normalleştirme çabasıyla sol adımlarımı yavaşlattım. zaman uçar, uçuyordu.

koşup koşup da, insanlara yetişmem gereken yerler olduğuna ikna etmeye çalışırcasına açtığım gocuğumun fermuarları, bir sağa bir sola çarpıp duruyordu. atkım sanki geride kalmak istermişçesine kanatlanmış da geçmişi tutuyor. her adımımda dalgalanıyor. sokağın ortası insanlar için yasalarla belirlenmiş ve civarından dolaşılamaz çevik kuvvet ekipleriyle sarmalanmış, ve ben tam ortadan gitmek zorundayım ya, kimse umrundaymış gibi davranmıyor. hep birine çarpıyorum, ve hiçbiri önceden yolumdan çekilmediği gibi, "a pardon bilemedik, özür dileriz." de demiyor. düşen bir kadını görüyor atkım. bırak diyorum, bu yolda düşürdüklerimizin üzerinde gururla taşınacağız.

tonlarca insanın kulaklıktan içeri göçen sesleriyle biten şarkıları tekrar sırasıyla ezbere sayıyorum, 29 dakika, ve bir miktar saniye. bazıları ilk kez dinlenmişçesine, farkediyorum ki, aslında sanatçı, tüm bu karmaşanın da sahnenin parçasını olmasını istemiş gibi, o harala gürele adeta bir bas gitar, adeta bir kreşendo, adeta bir tabl-ı cenk aşkedercesine! allahım adımlarım ne zamandan beri bu kadar epik! inceden yükselen "ananı sikeyim senin orospoçocoğo!" nidaları genç bir bıyıksız abinin, sanki orkestra şefinin dudaklarının yanından kayıtsızca düşen ter damlaları gibi. ağzından ayıklayıp da parmaklarımla, ağzıma zerkedesim geliyor, kendimi tutuyorum. ah genç, zamansız nidaların kadar fevri bir hayat süresin, ömrün akın gibi emin ve basiretli olsun.

zaman sanki bir atlı karıncanın hızlandırılmış görüntüsünü izlermişim gibi, tahmin edilebilir, ama çok hızlı akıyordu. 35 dakikayı devirdiğimde, o anlık şarkı geçişi sessizliğinde, etraftan hiç ses duymamaya başlamıştım. yürümeliyim diye düşündüm. usul adımlarıma geri döndüm. fermuarlarımı kapattım. atkımı da aldım gocuğumun içine. soğuktan dudaklarım uyuşmuştu, ıslık öttüremediğimi farkettim. pervasız bir neslin herhangi bir elemanı gibi görünemiyordum artık. amacım da buydu. demek ki başarmıştım.

bir tanıdığa rastladım. onu, onu tanımadığıma ikna ettim. o da beni keşke hiç tanımamış olsaydı diye düşündü. tek ikna olan o değil, kendimi de inanılmaz ölçüde ve gerçekten aksinin kırıntısının dahi esamesini okuyamayacağım kadar küçük yazılarla yazabildiğim için, ben de ikna olmuştum gibi. aslında tanışmıyorduk. aslında her biri çalan şarkıyla alakalı. başka bir şarkı da dinliyor olabilirdim, ve o tanımadığım insan, benim binlerce kez öldürdüğüm sivrisinek olabilirdi mesela. ilk kanı sen akıttın diyebilirdi bana. ben de söylediğinin mantıksız olduğunu, literal olarak evet onun yaptığı işin kan dökmek değil emmek olduğunu, ancak kan ile ilgili herhangi bir metaforun öznesinin ancak kendisinin olabileceğini, ve karşımda fantazi dünyasından bizim dünyamıza sadeleşerek geçen bir vampir olduğunu söyleyebilirdim. ama işte o şarkı çalmıyordu, o çalsaydı şu an 41 dakika geçti diyemezdim de. 39 dakika geçti derdim. bu iki dakikada, afrika'da tam 15000 kişi, ilk defa sıtmaya yakalanıyor. önemli değil mi.

paçalarımdan kıçıma kadar sıçrayan ıslak sular, kirliydi de. vücudumun sıcağıyla buharlaşınca, paçalarımdan kıçıma kadar çamur damlacıkları bıraktılar.

bakkalı düşündüm. saati durmuş olmalıydı.

o an bildim ki, dursam iyi olacak. bir sınır çizmeliyim. bu şansım varken, bunu iyi değerlendirmeliyim. insanların çokça bulunduğu yerlerden daha çok, insanların azca bulunduğu ve hatta bulunmadığı yerlerden usulca geçmeliyim. çünkü atkım da, gocuğumun yanakları da bu anı benimle paylaşmalı. tek başınayken, "hah!" diyorsun, sonra o sesi sen duyuyorsun. bunu aklımın içinden de yapabilirdim diyorsun. yaptığının anlamsızlığından canın sıkılıyor, sinirleniyorsun. o yüzden usulca yürüyüp "hah!" diyorum, "bakkalın cipslerine bak! onlarca var!" atkım gülümsüyor. kendinden beklenmeyecek bir olgunlukla sadece sallanıp heyecanıma katılıyor. ya da gocuğum "hah!" diyor. "sanki bu sokaktan daha önce hiç bu kadar güzel geçmememiştik!" atkımdan geri kalmamak için önce gülümsüyorum. fakat beceremediğim onlarcan şeyden biri bu ya, basıyorum kahkahayı. "haha!" üçümüz gülümsüyoruz.

bir banka oturdum. düşündüğüm herkesi tanıyıp tanımadığımı, ve onların beni tanıyıp tanımadığını düşündüm.

düşünmek için hiç çaba sarfedilmiyor, bedava enerjili. ama durmuyor. ellerimi sanki kafamdan akanlar dökülmesin diye iki açıp da tutuyorum, su gibi akarken, buhar olup uçmaya başlıyorlar. kafamın üstüne şemsiye geçiriyorum, buz gibi katılaşıp da hızla düşüyorlar.

o yüzden kafamın her tarafını bantlayıp da düşünüyorum.

çok fazla düşününce uyuyup düşüyorum, bir süre sonra biri geliyor, kaldırıyor. çünkü bazı şeyler her tuzaktan kaçabilir diye bir şey yok. sadece tuzaklar için yaşayan şeyler biliyorum. bu da kaçamaz. ya da kaçmaya çalışmak eğlenceli geliyor. bilmiyorum. düşündüğüm şey bu değil.

düşündüğüm şey, düşündüğüm herkes beni tanıyor mu? çünkü rüyanda bile tanımadığın kimseyi göremezsin. ben onları nereden tanıyorum, ne dinliyorum tanırken, ya da tanımıyorsam, ne çalıyor?

kafama bant takıyorum.

sonra bakkalın telefonları çalıyor. kadın düşüyor. düşerken "yavaş ol orospoçocoğo" diyor. "ben orospuçocuğu değilim, ayrıca yavaş olsam da düşersin, çünkü sen şişmanların dahi acıyarak baktığı birisin." diyorum, ağzım kapalı. rüzgar yağmur damlalarını mermilere dönüştürmüş, koştuğum yönde tanıdığım insanlar kaçıyor. durun diyorum. ağzım kapalı.

biri uyandırmıyor. atkım bile.

bu şehir bence beni bu şekilde şekillendirmekle iyi bir iş başardı.

11.11.14

isyanlar sırasında takriben 12 milyon kişi nefessiz kaldı

"durdur şu saçmalığı!"

yaralar var. yaralar var. umabiliyorum gayet de. bir bardak su ne kadar arzulanabiliyorsa içilen sarı-turunç filtreli sigaraların ardından, arzulayabildiğim her nesnenin dönüp dolaşıp da, türlü ip köprülerin yüksek ayaklarından yuvarlanarak sağ elime doğru geleceğini umuyorum. gelmediği her olasılığı, yarı uykulu gözlerle, kifayetsiz bir işaret parmağıyla, iş bilmez ve nasır sahibi baş parmak ve orta parmak triosuyla bileklerinden yakalanmış sakin kalmaya çalışan kurşun kalem hesaplamaya çalışıyor. bir çentik, iki çentik. her üç çentikte bir kalem çatlıyor, sağ bacakta açılan yaradan grafit akıyor. yaralar var. onaracak tüm ekipmanın listesi hazır. alt alta da yazılabiliyorlar. çentik çok.

dokungaçlar deriyi zorlarken içeriden, parmak uçları hissizleşiyor. günbegün, sanki kendi frekansında mutlu mesut akıp giderken, her neyse, daha da sert atılıyor taşlar, fırlıyor damarlı ellerden kurtulurcasına, bulanan zamanın ardını da göremiyorsun, berisini de. suya uzanıp da almak istediğinde özgür ruhlu azimli taşı, parmakların kemiklerini yok sayıyor, sevimli hayalet kespır'a sarılmaya çalışır buluyorsun kendini. hiçe doğru fiske yaklaşıyor, yaklaşıyor... sonrası, şu göbek atılırken yapılan fiske şaklatma hareketi.

kendime ait, ve sahibim olan, nefes aldığımda özümden önce oksijeni sömüren ve tüm hücrelerime kan pompalayan, yapıtaşım ve bozunması sonsuza kadar sürecek olan, üzerine titrediğim yapay çiçeğimi, aslımı, hiç bir zaman aklımdan çıkaramadığım deli taş parçasını, denizden bile sakındığımdan, rüzgarın esmeye cesaret edemeyeceği yüksekliklerde kız kulelerine hapsettim. hikaye bu ya, sepet sepet hediyelerce kandırılabilirse eğer, bir yılan, asla huyu olmadığı üzere elmaların içinden bir kurtçuk gibi sinişini, tatlı bir zehir zerkederek nihayete erdirebilir. erdirmemeli. o yılan, o sinsi haşere, o çataldilli, varoluşunu dahi unutacak kadar yükseğe çıktığında, aradığı şey kanatlarından başka bir şey olmamalı. kuyruğundan kavradığı gibi vücudunu, acısını hissedemeyeceği kadar tazyikle boşaltmalı, zehri -ki aradığı şeyi asla bulamayacak olmanın kini kadar ne var daha zehirli- işledikçe felcinin o an orada vücut bulan öfkesinin kılıfı olduğunu farketmeli. daha sert, binlerce kez, dişlerini kırarcasına ısırmalı. ve tamamen hissiz, ama geometrik olarak kusursuz bir çember olduğunda, dönüp de kibir, sevinç, üzüntü ve bilimum hissiyatın serpintisine bile tamahta bulunmayacağı çeperlerin içinde, zamanın herhangi bir usul noktasında duruyor olsun.

sonrası bir şekilde gelir ya. yol var. liste hazır. bir takım uyku haplarının önlenemez sızıntıları, peşine taktığı rüyaları bile silikleştiriyor. hayat ne ki?

zaman geçer -şu ana dek kusursuz bir şekilde ilerlediğinden hareketle çıkarımda bulunuyorum- geçtikçe her şey kanlanır. üzerine sıçrayan toz ve burnundan içeri hücum eden dumanlar yüzünden kapanan gözleri, kanla dövülen damarları kızıl kırmızı kestiği beynin, her bir sinir hücresini teninin dışından hissedebileceği kadar yakmasından bilir önünü, solunu. alından dokungaçlar, pamuğu yaran fasulye dalı gibi ölü kokusuyla yükselir. göğüsünde çatlakların içinden hamamböceği antenleriymişçesine kapkara çıkar. kolların, sanki gövdenin dokungaçları, seğirdikçe uzanır; ellerin, parmakların, parmak uçlarının soğuduğunu hissedersin. zaman geçer. bulanıklaşır. elindeki kalem, kapkara ve eskimiş, belki kenarından yenmiş, bileklerini kurtarır mor parmaklarından. bacaklarına doğru yuvarlanıp da dişlerini geçiriverir ansızın. yaralardan akan irin sarı turuncu, simsiyah gölgesi etinin üzerinde.

gelecek biliyorum. yoksa sadece kötünün dişleri arasından akar çatal dilleri. gülen bir suratın gölgesi bile siyah değildir. zamanın neresinde olursa olsun, tarih öncesi bir kültün tanrısını yeni zamanda bulma umudu gibi, azimle, inançla, bir teslim olmuşluk bilinciyle beklediği gibi bekliyorum.

saçmalıklarla donanmış bir savaş aracının her attığı karavanada "kahrolsun savaş!" nidaları belki de bu. aslında yenilmiyorum da, zaman çok saçma.

gel zaman.

durdur şu saçmalığı.


8.10.14

rahibelerin birtakım hareleri

tüm gözleri sakla. tüm gözleri sakla.

görüldüğünü anladığında yok olacak renkler tanıyorum. başkasına gösterdiğin anda ağzından az önce orada olduğuna dair şeyler de saçmalayabilirsin.

göstermediğin renk, siyahtan başka bir şey değildir.

26.9.14

bilingu

bana bi şunun cevabını ver, şimdi neden düş? neden odanın sabit bir noktasına çöp atmak varken, tamı tamına bir hayat boyunca, çöplerini yatağının çeşitli yerlerine gömüyorsun? bi söyle ya, bişey de mantık çerçevesinde?

bazen hayal kurarken ölen bir adamın iskeletinin ne kadar farklı görüneceğini düşünüyorum.

dreamer's skull.

24.9.14

Australopithecus


takip edebilirler. tam tersini söyleseler de, dedikleri her şeyin doğru olmayacağının uzun zamandır farkında olmalısın. tek ayaklı bir sürüngenin çatal dilleri arasından duyamazsın güzel kelimeler.

korktuğun maskenin altında sakladığı daha da korkunç bir yüzün en ilkel dürtülerinin pençesindesin. kovalandıkça kaçan ateş böceğisin. tek ayak, sürünerek eriştirmeyecek.

maske her zaman yalan söylemez.

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı

Buraya Kadar İnebilenlerin Kahvaltısı