yürüyordum. usul bazen, bazen hızlı. asimetrik bir salınımla, eğile
kalka yürüyordum. gözüm bi bakkala ilişti. böyle gazete koyma yerli,
böyle önünde cips sepeti, böyle ne bileyim, kontörlü telefon masaları.
duvarındaki saate baktım. vakit epey geç olmuştu. adımlarımı
normalleştirme çabasıyla sol adımlarımı yavaşlattım. zaman uçar,
uçuyordu.
koşup koşup da, insanlara yetişmem
gereken yerler olduğuna ikna etmeye çalışırcasına açtığım gocuğumun
fermuarları, bir sağa bir sola çarpıp duruyordu. atkım sanki geride
kalmak istermişçesine kanatlanmış da geçmişi tutuyor. her adımımda
dalgalanıyor. sokağın ortası insanlar için yasalarla belirlenmiş ve
civarından dolaşılamaz çevik kuvvet ekipleriyle sarmalanmış, ve ben tam
ortadan gitmek zorundayım ya, kimse umrundaymış gibi davranmıyor. hep
birine çarpıyorum, ve hiçbiri önceden yolumdan çekilmediği gibi, "a
pardon bilemedik, özür dileriz." de demiyor. düşen bir kadını görüyor
atkım. bırak diyorum, bu yolda düşürdüklerimizin üzerinde gururla
taşınacağız.
tonlarca insanın kulaklıktan içeri
göçen sesleriyle biten şarkıları tekrar sırasıyla ezbere sayıyorum, 29
dakika, ve bir miktar saniye. bazıları ilk kez dinlenmişçesine,
farkediyorum ki, aslında sanatçı, tüm bu karmaşanın da sahnenin
parçasını olmasını istemiş gibi, o harala gürele adeta bir bas gitar,
adeta bir kreşendo, adeta bir tabl-ı cenk aşkedercesine! allahım
adımlarım ne zamandan beri bu kadar epik! inceden yükselen "ananı
sikeyim senin orospoçocoğo!" nidaları genç bir bıyıksız abinin, sanki
orkestra şefinin dudaklarının yanından kayıtsızca düşen ter damlaları
gibi. ağzından ayıklayıp da parmaklarımla, ağzıma zerkedesim geliyor,
kendimi tutuyorum. ah genç, zamansız nidaların kadar fevri bir hayat
süresin, ömrün akın gibi emin ve basiretli olsun.
zaman
sanki bir atlı karıncanın hızlandırılmış görüntüsünü izlermişim gibi,
tahmin edilebilir, ama çok hızlı akıyordu. 35 dakikayı devirdiğimde, o
anlık şarkı geçişi sessizliğinde, etraftan hiç ses duymamaya
başlamıştım. yürümeliyim diye düşündüm. usul adımlarıma geri döndüm.
fermuarlarımı kapattım. atkımı da aldım gocuğumun içine. soğuktan
dudaklarım uyuşmuştu, ıslık öttüremediğimi farkettim. pervasız bir
neslin herhangi bir elemanı gibi görünemiyordum artık. amacım da buydu.
demek ki başarmıştım.
bir tanıdığa rastladım.
onu, onu tanımadığıma ikna ettim. o da beni keşke hiç tanımamış olsaydı
diye düşündü. tek ikna olan o değil, kendimi de inanılmaz ölçüde ve
gerçekten aksinin kırıntısının dahi esamesini okuyamayacağım kadar küçük
yazılarla yazabildiğim için, ben de ikna olmuştum gibi. aslında
tanışmıyorduk. aslında her biri çalan şarkıyla alakalı. başka bir şarkı
da dinliyor olabilirdim, ve o tanımadığım insan, benim binlerce kez
öldürdüğüm sivrisinek olabilirdi mesela. ilk kanı sen akıttın
diyebilirdi bana. ben de söylediğinin mantıksız olduğunu, literal olarak
evet onun yaptığı işin kan dökmek değil emmek olduğunu, ancak kan ile
ilgili herhangi bir metaforun öznesinin ancak kendisinin olabileceğini,
ve karşımda fantazi dünyasından bizim dünyamıza sadeleşerek geçen bir
vampir olduğunu söyleyebilirdim. ama işte o şarkı çalmıyordu, o çalsaydı
şu an 41 dakika geçti diyemezdim de. 39 dakika geçti derdim. bu iki
dakikada, afrika'da tam 15000 kişi, ilk defa sıtmaya yakalanıyor. önemli
değil mi.
paçalarımdan kıçıma kadar sıçrayan
ıslak sular, kirliydi de. vücudumun sıcağıyla buharlaşınca, paçalarımdan
kıçıma kadar çamur damlacıkları bıraktılar.
bakkalı düşündüm. saati durmuş olmalıydı.
o
an bildim ki, dursam iyi olacak. bir sınır çizmeliyim. bu şansım
varken, bunu iyi değerlendirmeliyim. insanların çokça bulunduğu
yerlerden daha çok, insanların azca bulunduğu ve hatta bulunmadığı
yerlerden usulca geçmeliyim. çünkü atkım da, gocuğumun yanakları da bu
anı benimle paylaşmalı. tek başınayken, "hah!" diyorsun, sonra o sesi
sen duyuyorsun. bunu aklımın içinden de yapabilirdim diyorsun.
yaptığının anlamsızlığından canın sıkılıyor, sinirleniyorsun. o yüzden
usulca yürüyüp "hah!" diyorum, "bakkalın cipslerine bak! onlarca var!"
atkım gülümsüyor. kendinden beklenmeyecek bir olgunlukla sadece sallanıp
heyecanıma katılıyor. ya da gocuğum "hah!" diyor. "sanki bu sokaktan
daha önce hiç bu kadar güzel geçmememiştik!" atkımdan geri kalmamak için
önce gülümsüyorum. fakat beceremediğim onlarcan şeyden biri bu ya,
basıyorum kahkahayı. "haha!" üçümüz gülümsüyoruz.
bir banka oturdum. düşündüğüm herkesi tanıyıp tanımadığımı, ve onların beni tanıyıp tanımadığını düşündüm.
düşünmek
için hiç çaba sarfedilmiyor, bedava enerjili. ama durmuyor. ellerimi
sanki kafamdan akanlar dökülmesin diye iki açıp da tutuyorum, su gibi
akarken, buhar olup uçmaya başlıyorlar. kafamın üstüne şemsiye
geçiriyorum, buz gibi katılaşıp da hızla düşüyorlar.
o yüzden kafamın her tarafını bantlayıp da düşünüyorum.
çok
fazla düşününce uyuyup düşüyorum, bir süre sonra biri geliyor,
kaldırıyor. çünkü bazı şeyler her tuzaktan kaçabilir diye bir şey yok.
sadece tuzaklar için yaşayan şeyler biliyorum. bu da kaçamaz. ya da
kaçmaya çalışmak eğlenceli geliyor. bilmiyorum. düşündüğüm şey bu değil.
düşündüğüm
şey, düşündüğüm herkes beni tanıyor mu? çünkü rüyanda bile tanımadığın
kimseyi göremezsin. ben onları nereden tanıyorum, ne dinliyorum
tanırken, ya da tanımıyorsam, ne çalıyor?
kafama bant takıyorum.
sonra
bakkalın telefonları çalıyor. kadın düşüyor. düşerken "yavaş ol
orospoçocoğo" diyor. "ben orospuçocuğu değilim, ayrıca yavaş olsam da
düşersin, çünkü sen şişmanların dahi acıyarak baktığı birisin." diyorum,
ağzım kapalı. rüzgar yağmur damlalarını mermilere dönüştürmüş, koştuğum
yönde tanıdığım insanlar kaçıyor. durun diyorum. ağzım kapalı.
biri uyandırmıyor. atkım bile.